1 Aralık 2010 Çarşamba

Aşk olsun Haydarpaşa!

Sarıldı sevgilisine Funda.  Başını göğsüne yasladı. Kenan saçını okşadı Funda’nın. İkisi de susuyordu. Martılar konuşuyordu sadece. Kadıköy iskelesinden ayrılan vapur onları Haydarpaşa Garı’na götürüyordu.  Orada tanışmışlardı. Haydarpaşa Gar’ı sevdalarının ilk durağıydı. O durakta bulmuşlardı birbirlerini. Tanıştıkları o gün için aşklarının mabedi yapmışlardı Haydarpaşa Garı’nı.  3 yıldır her kiraz ayının 7 sinde Haydarpaşa Garı’na gittiler. Önce restoranda  birer duble rakı içip ardından Marmara’ya kucak açan merdivenlerinde otururlardı. Martıları ortak ederlerdi simitlerine. Oturdukları banka “ Aşk olsun Haydarpaşa” yazmıştı Kenan. Şimdi yine gidiyorlardı Haydarpaşa Gar’ına ama bu kez Kenan, Fundayı uğurlayacaktı. Az kalmıştı. Funda’nın okulu bitecekti. Okul biter bitmez Haydarpaşa uğurlama yeri değil aşklarının mabedi olarak ziyaret edilecekti sadece. Funda daha bir sarıldı sevgilisine. Neden böyle huzursuzdu ikisi de. Haydarpaşa’da indiler. Funda gözyaşlarını tutamıyordu. Kenan teselli etmeye çalışıyordu. “ Hayatım yapma. Az kaldı.  İstersen ben de geleyim. Geleyim be . sarılır birbirimize varırız Bozkır’a. Hem hızlı tren dediler. Hızla aşarız rayları. ” . Gülümsedi Funda. “ gelsen uzayıp giden o tren yolları türkü olur bana. Bakma sen bana. Evet az kaldı. Bundan sonra burada uğurlanmak değil. Kavuşmak istiyorum sana. Hızlı tren senden beni uzaklaştırmasın , kavuştursun. ” İlk anons gelince kalktılar merdivenlerden. Trene kadar yürüdüler. Sanki   iki beden yürümüyor tek beden yürüyordu. Trene bindi Funda. Tren yavaş yavaş hareket etti. Camı araladı Funda. “ seni seviyorum” Kenan yavaşça ilerleyen trenin peşinden  önce yavaş adımlarla sonra da hızlıca koştu. Tren sesi sesine karıştı. “ seni seviyorum” . Yeniden bindi vapura . Huzursuzdu. Funda’nın gidişine yordu. Vapur Karaköy’e yaklaştı. İndi vapurdan. Heyecanlı konuşmalara kulak misafiri oldu. “Tren devrilmiş” duyduğu anda gözleri karardı. Önüne gelenin yakasına yapışıyor “ hangi tren. Ne zaman. Ölü var mı “ Koştu bir oraya bir buraya Kenan. Ne yapacağını bilmiyordu. Nihayet telefon geldi aklına. Aradı Funda’yı. Çaldı, çaldı, çaldı. Ses yok. Kendini ilk kahveye attı. Haber kanalında “Pamukova’da hızlı tren kazası “ diye anlatıyordu. Onlarca ölü var yazısını gördüğü anda artık dayanacak gücü kalmadı.  Gözünü açtığında hastanedeydi. Hemen kalkmak istedi. Hemşire durdurmaya çalıştı. Doktora durumu anlattı. Ne kadar buradaydı. Kolundaki serumu çıkarmasını istedi. Yalvardı. Doktor tamam dedi. Alelacele çıktı. Bindi taksiye gidiyordu. Funda’sını alıp dönecekti.  Funda’nın ailesini aradı. Takside sadece bir haykırış duyuldu. “ haayıırrrr”. Temmuz niye bu kadar zalimdi. Şimdi nasıl yaşayacaktı. Yaşıyor muydu. Sadece aşklarını yaşatmak için nefes alıp veriyordu o kadar. Aradan geçen 6 yıl her gün gitti Haydarpaşa’ya. Yaz kış demeden gitti. Her gittiğinde merdivene bir kırmızı gül bıraktı.. Alsın biri sevdiğine versin diye. Hayata tutunduğu tek şey artık Haydarpaşa Gar’ıydı . ‘Yıkılacak’ ‘otel olacak’ denildiğinde hep canı acıdı. Orası aşkların mabediydi. Yapamazlardı. Onlar için sadece bir binaydı. Onun için mabeddi Haydarpaşa.  Yine bindi Karaköy’den vapura. Yanlarında oturan iki sevgiliyi gördü. Gözünden aktı yaşlar. Sonra kapadı gözlerini. Daldı gitti. “ Haydarpaşa yanıyor” sesiyle kendine geldi.Olamazdı.  Nerdeyse denize düşecekti. Zorla tuttular kolundan. İsyan ediyordu Kenan. Bitmek bilmedi, dakikalar.  Yanıyordu Haydarpaşa, Kenan eriyordu. Gözyaşlarıyla seyretti , Haydarpaşa’nın yanışını. Vapur Haydarpaşa’ya uğramadı. Direkt Kadıköy’e geçti.  Koştu Haydarpaşa’ya. Herkes seyrediyordu. Devlet seyrediyordu. Belediye seyrediyordu. Bir Kenan bir de martılar çığlık çığlığaydı….

intihal notu: Fotoğraf www.istanbul.com sitesinden alınmıştır.

25 Kasım 2010 Perşembe

Ağaçlara Fısıldayan Adam; KALAYCI İSMAİL

Doğduğu ve doyduğu topraklardan  ayrılmak zorunda kaldığında  sakalı bile çıkmamıştı. Yetimdi. Ve ona “git seni öldürecekler” dendi.  Kan davasının şakası yoktu. Çaykara’dan çıktı gitti. Körüğünü yaren yaptı kendine. Günlerce haftalarca yürüdü. Vesait buldu, bindi. Bulamadı yürüdü. Haline acıdılar ata bindirdiler. Yürümekten bitkin düştüğü zamanlarda eşeğe buyur ettiler. Gitti, gitti  ta ki Ordu’nun en kuytu kasabası Aybastı sınırlarına kadar. Bu kuytu kasaba onun sığınağı olacaktı. Orada üfledi körüğüne, kalayladı bakırları. Bakırlar piru pak etti. Çoğu kez de kaderine bastı kalayı. Ustaydı ,maharetliydi kalaylamada. Ekmeğini körükten, hırsını kalaylamadan çıkarıyordu. Fırsat buldukça kendini  ormana atardı. Ormanda ağaçlara fısıldardı. O bunun sırrıydı. Ne fısıldardı Kalaycı İsmail. Ne derdi ki ağaçlara o dev gibi köknarlar ona ses verirdi. Kimse bilmezdi. İsmail’in sırrını çözemeyen mecnun derdi. Lazogli deli divanemidir ki ağaçlarla konuşur.  Fırsat buldukça konuşurdu. Bir gün orman yolunda Ayşe’yi gördü. Oracıkta vuruldu Ayşe’ye. Ayşe de Ayşeydi hani. Köyün güzeli. Köyün çetin cevizi. Lakabı da tam lazogliye denk ti. Deli Ayşe.  Kim talip olduysa eşek sudan gelinceye kadar dayak yemişti. Grebi  virtüözüydü Ayşe. Salladım mı 10 erkeğin arasına girecek kadar usta.  Bakakaldılar birbirlerine. Kalaycı İsmail Bir gün takip etti. Son anda kurtardı kelleyi grebi darbesinden. “Beni istiyorsan iste bubamdan” dedi. Nasıl isteyecekti tek başına. Nalbur İbrahim’e açıldı. Babacandı. Ben isterim dedi. Vardılar Ayşelere. Verdiler Ayşe’yi. Ormanın kenarında Kırıklar denilen yere yaptılar yuvalarını.  Ayşe sertti. Aliye Rona hık demiş burnundan düşmüştü.  Aliye Rona rol yapıyordu Ayşe gerçekti. İsmail körüğünü hep tüttürdü evi idare etti. Ona buna muhtaç olmadılar. Ayşe de bağı bahçeyi idare etti. Kalaycı İsmail hep gitti Ormana . Ayşe de ardından baktı. Herkes gibi oda merak ediyordu. Ne fısıldıyordu bu adam ağaçlara. Birlikte gittikleri zaman ağaçlarla konuşmuyordu İsmail. Sordu. İsmail sustu. Eğdi boynunu. Ayşe sormadı bir daha. Bir gün takip etti. Kalaycı İsmail’i. Sessiz ve derinden. Verdi kendini yaykın ağacının arkasına. Garip bir dil konuşuyordu kalaycı İsmail. Bilmediği duymadığı. Fark etti İsmail. Ürktü.  Bastı kalayı önce. Sonra sarıldı karısına anlattı sırrını.  Rumca konuşuyordu. Ağaçlarla İsmail.. Ormanın dehlizlerinde kayboluyordu ama  dilini buluyordu.  Ayşe sırına vakıf oldu. Hem karısı oldu hem sırdaşı. Bilseler yaşatmazlardı oralarda . “Gavurun dölü “ derlerdi. İncir ağacı dikerlerdi ocaklarına.  Geçti zaman. Çocukları oldu. Sonra da torunları. Dedemdi benim Kalaycı İsmail. Yıllar önce bir gün bana fısıldadı.  Ağaçlara fısıldadığı gibi. “Kimseye söyleme” dedi. Kimseye demedim bende.

28 Eylül 2010 Salı

Karşı Tribünün Çocuğu Alpaslan Dikmen

Tribün çocukları...  Orda başka türlü akar hayat. Tribünde hayat ritmik ve sloganisttir. Serttir iklimi.  Sevgi selidir ama önünde ne varsa götürür rakibe doğru. Med-cezirdir. Her ‘med’de sevgi her ‘cezir’de öfke. Nefretin, öfkenin doruk noktasıdır tribün . Raconu nettir. Mertliğe selam çakılır. Her şeye karşın duruşu vardır. O duruş rakip stadın da tribünlerinde olsa saygı duyulur.  Tribün çocukları taraftardır.  Stat çocukları holigandır.  Tribün çocuklarının rekabetinde mertlik, stat çocuklarının rekabetinde pusu vardır. Tribün çocuklarının rekabetidir aslında futbol denen temaşayı güzelleştiren. O temaşanın önderlerinden biriydi Alpaslan. Rakip takımın tribün çocuğuydu. Önderiydi. Ben karşı kıtanın tribününden görürdüm onu. Hagi’nin resitalini anlatmıştım bir kez ona, o bana Alex’in resitalini.  Ben sarı dedim o kırmızı. Ben lacivert dedim o sarı. Hepte böyle gidecekti. Ta ki o meşum güne kadar. Alpaslan artık yok dediler. Hemen Kubilay’ı aradım. “Gitti abi” dedi. Bir tribün çocuğu daha eksilmişti. Hangi renklerin tribününden olursa olsun, tribün çocukları eksildiğinde hayat durur benim için. O gün de durmuştu. Camiye doğru gidiyordum.  Genç sevgililer sarmaş dolaş yürüyordu. Bir ara “bu ne kalabalık kardeşim. Nefes alamıyoruz” diye seslendi erkek. Bir anda sardı etrafını sarı kırmızılı tribün çocukları. İçlerine attıkları acı öfke halinde dışarı çıkıyordu. Linç edeceklerdi çocuğu. Girdim aralarına yumruklar tekmeler sallanmak üzereyken” Napıyorsunuz be. Alpaslan burada olsa ne derdi.  Ona böyle mi gösteriyorsunuz saygınızı” dedim. Herkes durdu...Sonra tanıyan tanımayan sarıldı birbirine. Gözyaşları aktı hayata doğru. Alpaslan aslandı hem de’ ultra’sından. Benim için sevdiğim kardeşim Kubilay’ın abisi, rakip taraftarın tribün çocuğuydu.

12 Eylül 2010 Pazar

REÇELLİ EKMEK

Bugün 12 eylül. Akgün henüz 14 yaşındaydı gözaltına alındığında. gözlerini bağladılar. Hücreye attılar. Kulakları sağır eden bağırışları duydu. Sonra sıra ona geldi. Elektrik verdiler, kaskatı kasıldı. Filistin askısına alındı, hayalleri yere düştü. Henüz çocuktu ama işkencecileri taze eti daha çok morartmak ve çürütmekle uğraşıyordu. Acıyordu. Kanıyordu. Konuşacaktı fırsat vermiyorlardı. “Bana bunu niye yapıyorsunuz” demek istedi. Tekmeden, yumruktan fırsat bulamadı. İşkenceci bağırdı. “voltajı yükseltsene lan orospu çocuğu”. “orospu çocuğu” voltajı yükseltti. Akgün dayanamadı. Karardı. Karanlıktı. Soğuktu üşüyordu. Her üşüdüğünde yaptığı gibi yaptı. Sarıldı annesine. Neden sıcak değildi annesi.


“Alın lan şunu üzerimden. Yapıştı kaldı. Alsanıza lan şunu üstümden”

Günlerce sürdü. Neden sonra sordular. “ konuş ulan”. Ne diyecekti. "reçelli ekmek" demek istedi sadece ağzından kırık dökük "ekmek” sözleri hırıltı gibi çıktı. İşkenceci ekmeğe saldırdı. Vurdu, vurdu. “ bak hala ek mek diyor. Kodumun komonisti. Al sana ekmek. Al sana özgürlük” .Oysa açtı. Reçelli ekmekti özgürlük. “bak oğlum. Bunlar adamın anasını siker beni bile siker. Gel etme ne biliyorsan. Söyle. Gencecik uşaksın. Konuş git ananın evine” diyordu biri. O da polisti, o da askerdi ama saçını okşuyordu. O elin sıcaklığı kalbine doğru indi. Ne biliyorsa söyledi. Zaten bir çocuk ne bilebilirdi ki? Herkesin bildiğini söyledi. “ ötmüşsün şerefsiz” dediler. Ne demişti ki.hiç İşkenceden yırtmak için inancını yiyenler bile onun üstünden kendini akladı. Sessizdi. Yine sustu. “ öttü bu” dediler. Oysa “ötmeyen” çok azdı. Tecrit ettiler. Yattı, kalktı. Bir tek tel örgülerin arasından annesine aktı kalbi o kadar. Dışarı çıktı. Anası kapıda bekliyordu. Elinde, reçelli ekmek.

İçeride gardiyan gibi olanlar dışarıda solcu abiydi yine. Gardiyanlıklarını unutturmak için Akgün’ü yem ettiler. Hep sustu. Hep ağladı gizlice fındık bahçelerinde. Hep içten içe kanadı Akgün. Akranları sahilde koşup eğlenirken o, lağım çukuruna sokuluyordu. Akranları elektrik kesildiğinde kaça kadar sayınca gelecek oyunu oynuyordu. O vücuduna verilen elektriğin ne zaman kesileceğini sayıyordu. ciktiktan sonra bir kez olsun ufuk gazozu icmemisti.oysa eskiden en sevdigi seydi leblebi tozu ve ufuk gazozu.biz gazoz icerken akgun kaniyordu,Akranları mışıl mışıl uyurken, o hep kabuslarla uyanıyordu.

O daha çocuktu. Onu büyüttüler. Akgün acılarıyla büyüdü. Okudu. Bir anasına sığındı bir alkole. En neşeli anlarda bile hüzün yüzünde yapışıp kaldı hep.anaciginin kalbi dayanamadi daha fazla findik bahcesine yigildi kaldi. Sonra içkiye sarıldı.icti.ictikce alkolu yarasina merhem yapmayi denedi olmadi,icti hayati son kez ,mutfaga gitti Reçelli ekmeği eline aldı. Ve kendini boşluğa bıraktı.

Akgün arkadaşımdı. Şimdi yok. 12 Eylül 30 yıl sonra onu öldürdü. Tıpkı 30 yıl önce öldürdükleri gibi. Evet ya da Hayır’ınız Akgün’ü geri getirebilir mi? 14 yaşındaki acılarına son verebilir mi?. Siz ahkam keserken Akgün ölüyordu. Alayınıza İsyan . Alayınıza BoYkOt..

9 Eylül 2010 Perşembe

İyİ bAyRaMlAr

LİKÖR, AKİDE ŞEKERİ, ZIP ZIP, ÇATAPAT, LUNAPARK, TAHTEREVALLİ, ANNE –BABA MENDİL, DEDE, NİNE , ARKADAŞ, KOMŞU, OYUNCAK, MANTAR TABANCASI, SU BÖREĞİ, BAKLAVA, LOKUM, HARÇLIK, ISKARPİN, TAKIM ELBİSE , MAHALLE

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Eyvallah Şevket baba…EYVALLAH…


Gazeteciydi, demokrattı, yiğitti, onurluydu, sanatçıydı, abiydi, babaydı. Şimdiki ben yaşlarındaydı onu tanıdığımda. Nazım’a benzerdi hafiften ama duyarlılığı boy ölçüşürdü hani. Ben çömez bir muhabirken o ustaydı. Hayat mesafesini kapattı hemen. Arkadaş oldu. Yıllar geçti. Arkadaşça da kaldı. Biliyorum hep gururlandı benle. Ben de onla. Bu toprakların sayılı birkaç ağaç oyma sanatçılarından biriydi. Gönlü kırılmış mıydı ne , bırakmıştı. “Bu ülkede yaşananlar insanın içini oyuyor be evlat. İçimden gelmiyor” derdi. Hassas kalbi dayanamadı işte sonunda olanlara. Çekti gitti. Telefonda Şevket baba öldü dediler. İnanamadım. O ölmez gibi gelirdi. Facebook sayfasına baktım şimdi. En son sayfasına eklediklerinden biri benim röportaj. Yorum kısmına da


“Başka türlü davranamazdın zaten.Bir haber başlığından ürkenler et kafalarını korumak için etten duvar içinde geziniyorlar.Senin kadar özgür olamadıkları için her konuda özgürlükleri kısıtlamak yolunu seçtiler.

Döktükleri göz yaşlarında bile riya olanların doğru yapılanlara tepkisi o kadar olur. Aç kaldığında inancını yemiyorsun ya, ona bak sen.” Yazmıştı.

 Eyvallah Şevket baba. Aç kaldım ama inancımı hiç yemedim tıpkı senin gibi. Senin olmadığın bu hayata alışmak biraz zor olacak. Anılar dehlizine sürükleniyorum. Her telefon açtığımda yaptığım “ baba sen şimdi bunamışsındır. Ben en sevdiğin evladın Mustafa” sözleri içimi yakıyor şimdi. Ne zaman rakı masasına kurulsak “ Ulan sana bi öğretemedim şu rakı hazzını. İçeceksin oğlum. Rakı güzelleştirir adamı” derdin. Susuz içerdin bu mereti. Ben susuz içememem ama su katar şerefine derim artık. Geç onu da biliyorum. Şimdi ne söylesem hepsi geç. Güzel adamdın. Güzellikler kattın hayatıma. Eyvallah Şevket Baba… Eyvallah.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

ŞİMDİ SUSMAK DEĞİL HAYKIRMAK ZAMANI


Bu röportaj için arandığımda düşündüm. Kabul etmeli miyim diye. Cok sevdiğim bir durum değildi çünkü. Kendimden çok yaptığım işlerin konuşulmasını tercih ettim hep.Ama durum bu kez farklıydı. Konuşmam lazımdı. Deşifre olması gereken bir medya var. Bu medyanın deşifre edilip, gerçek yüzünün sergilenmesi lazım. Ahmet Tulgar gibi usta bir isim de olunca aşağıdaki röportaj çıktı. Fotoğraflar ise Celal Yıldiz objektifinden. Gelen tepkileri ve olanları daha sonra anlatırım. Şimdi niye konuştum onu deşeyim biraz. Herkes korkuyor şu ya da bu şekilde. Oysa şimdi korkmak yerine sesleri yükseltme zamanı. Çığlık atma, isyan etme zamanı. Bu medya bu şekilde gitmeyecek.Değişecek değişmeli de. 24 gibi bir fırsat olursa bu kez kökünden değiştirecek herşeye sahibiz. Güçlü olan bizleriz. Daha çok konuşucaz. Şimdi şu röportajı bir de burdan okuyun. Sonrası aydınlık. Güzel günler göreceğiz. Güneşli güzel, günler. motorları maviliklere sürmeye devam.

NTV GEPETTO'LARIN AĞAÇ YONTTUĞU YER! PİNOKYO'LAR VAR ORADA!





Mustafa Hoş bir televizyoncu. Art arda önemli projeler geliştirmiş bir adam. Kanal 24 onun hayaliymiş, kurdu, başardı ama bırakmak zorunda kaldı. Ardından çalışmaya başladığı NTV’de önemli değişiklikler yaptıktan sonra ise bir gün bir haber başlığı yüzünden o kanalı da terk etti. Şimdi işsiz ama heyecanını yitirmemiş. Yeni projelerini uygulayacağı ortamı bekliyor., , ,

- Mustafa nedir bu? Neden şimdi sana iş yok bu piyasada?

Yaşanılan döneme baktığımda zaman zaten gazeteci olmanın başlı başına bir bela haline geldiğini görüyorum. Zaten asıl mesele gazetecilerin kaybolması değil gazeteci kimliği altında yapılanlar önemli. Gazeteci maskeli insanların ne yaptığına bakmak lazım. Bütün hayatımızı kuşatan, eden o gazeteci maskesi ile dolaşanların yaptıkları aslında daha önemli.

AKP yokken yapılanların bir özeleştirisi olmadı. Eski dönemde de olanlar maskelerini çıkarıp öteki tarafa geçtiler

- Neler yapıyor onlar?

Bir kere rekabet ortadan kalktı. Rekabetin olmadığı yerde gazetecilik yapılamaz. Rekabet yok bir kere. Hiçbir kurumda haber diye derdi de yok. Sadece insanların şimdi derdi patronların, hakim olan güç neyse onun çıkarına dokunmayacak işi yürütmek. Yani kutuplaşma daha vahim. Karşılıklı kurşun askerler var. Kurşun asker olunan bir yerde gazetecilikten nasıl söz edeceğiz. İki tarafta da sorun var. Biz şimdi AKP ile yaratılan medyayı sorguluyoruz. Bunun gazetecilik olmadığını da, bu işi yapanların mesleki formasyonlarını sonuna kadar sorgularım ama diğer taraf özeleştiri yapmayacak mı? AKP yokken yapılanların bir özeleştirisi olmadı. Ortaya çıkarılan insanlar, daha doğrusu eski dönemde olanlar maskelerini çıkarıp öteki tarafa geçtiler. Başka tarafta oynuyorlar.

- Zaten Ak Parti’nin bugün medyanın bir kesimi üzerinde tahakküm kurabilmesinin altında önceki hükümetler döneminde de medyanın kendisini hükümetlerin hizmetine sunmuş olması, siyasiler ile böyle bir ilişki kurmuş olması yatmıyor mu?

Şöyle bir şey değişti. Bir tarafta mağrur bir kesim vardı, sonra tahakküme geçti, oradan da faşizme geçti. Cumhuriyet devrinden sonraki süreci  söylüyorum. AKP ile birlikte olan da, bunlar mağdurdu, kibir aşamasına geçtiler, kibirden de mekruh fetişizmine geçtiler. Yani bu taraftan baktığımızda ciddi anlamda başka bir yol gerekiyor. Bize "şu musun, bu musun" dayatılıyor, aslında o ya da bu olmamız gerekmiyor. Bizim kendi işimiz, kendi varlığımız aslında bir sürü şeyin göstergesidir, işimizi yapıyor olmak, ya bazen patrona karşı, patrona rağmen patronun işte medyasını da korumak zorundasın. Ya bu belli bir çatışma gibi görünse de sonuçta onun kalite değerini yükseltmesi açısından da önemlidir. Şimdi bu ortadan kalktı. Yani medyada hakim olan anlayış şu anda gazetecilik yapmaya el vermiyor. Gazetecilik denilen şeyin artık sübjektif bir duruma geçmiş olması gibi acaip bir durumdayız.

- Kanal 24’ten ayrılışın da, NTV’den ayrılışın da dönem açısından göstergesel nitelikte sanki. Anlatsana biraz.

24 projesi benim hayalimdi. Ben bir hayal kurdum. Hakim medyaya başkaldırı projesi. "Hayatında haber kanalında mı çalışmış?" denildi benim için. Hakkımda söylenmedik şey bırakılmadı. Dinlemedim. Kendi yarattığım bir formatla, moderatör formatı diye bir şey getirdim ki, “moderatör” denildiği zaman gülüyordu insanlarlar, şimdi moderatör olmak için birbirlerini yiyorlar. Ya da moderatör tanımını kendine yakıştırmak için özellikle kullanılmaya başlandı o kavram. Bir hayal projesiydi ve bütün medyanın yani varolan bu medyanın meşrebini değiştirme projesiydi. "Senin bu kadar cürümün var mı?" dersen, herkes cürümü kadar var, benim hayalimdi, ben bunu yapmaya soyundum. Tabii bütün bunları yaparken de Hasan Doğan gibi başka türlü bir medya patronuna rastladım, çok, eşi benzeri bulunmaz bir adam. "Ne yapıyorsun sen orada" diyen siyasiye, "kardeşim, burada ben varım" diyebilen kaç medya yöneticisi vardır? Çalışanların maaşını ödeyemediği için gözleri dolan kaç tane medya patronu görebilirsin? Ben 24 yıla yaklaşıyorum meslekte, hiç rastlamadım. "Şu adam var, şunu işe alalım" dediğinde, "abi o buraya uymaz bak, almasak" dediğinde "sen bilirsin, burayı sana teslim ettik, sen ne dersen o olur" diyebilen kaç tane medya patronu olabilir? Yani büyük bir medya projesi geliştirmiştik o zaman. IT tabanlı bir televizyon, IP TV’nin de içinde olduğu bir gazete, bir derginin olduğu büyük bir medya projesine dönüşecekti, yeni bir medya anlayışı aslında doğacaktı. Evet, siyaseten bir tarafa yakın bir adamdı ama vicdanlı, merhametli bir adamdı. Ama Hasan abi gidince işin kimyası bozuldu. Federasyon başkanı oldu. Ölünce tamamen başlangıç felsefesinden uzaklaşmaya başladı kanal. Başka türlü bir anlayışın tahakkümüne girmeye başlayınca artık benim orada yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Kendi kurduğum yerden ayrılmak zorunda kaldım.

- Peki, ne kaldı senin döneminin Kanal 24’ünden?

Hani çok narsistçe gelebilir ama Kanal 24, 4, 5 yıl üzerinde çalıştığım, bunun 2 yılı işsizlikle geçmiştir, bir televizyon projesi, adı da bana ait olan, formatı, içeriği kendi içinde oluşmuş başka türlü, işte tematik film kuşağı ile, belgeselleri ile, habere bakış açısında, refleksleriyle, IP tabanlı bir televizyon olmasıyla.

- Tematik filmler kuşağı çok iyi.

Evet, ondan da vazgeçilmiyor ama o dönemdeki televizyondan bir eser yok şimdi. Başka televizyon projesine dönüştü.

İşin kimyası bozulunca Kanal 24’te kalmak bir başka tercihi de beraberinde getirecekti

- Problemli bir gidiş miydi senin Kanal 24’ten gidişin?

Problemli, çünkü artık işin kimyası bozulunca, orada kalmak bir başka tercihi de beraberinde getirecekti. O eleştirdiğim insanlar gibi olup gazetecilik dışında başka şeylerin önemli olduğu, kişiliğinin önemli olmadığı başka türlü bir insana dönüşüp o projeyi yürütebilirdim. Bana kimse "git" demedi. Ama ben artık orada hayalini kurduğum ve yürüttüğüm televizyonu yapamayacağımı fark ettim ve bir anda da bıraktım.

- Sonra ne oldu?

Dört ay işsiz kaldım. Ondan sonra Doğuş Grubu’ndan teklif geldi. Onlar alternatif bir kanal kuracaklardı. O teklif gelince de oraya başladım.

- Orada neler oldu?

İşte ekonomik krizdi, varolan yapıydı, uygulamaydı rafa kalktı proje. Rafa kalkınca ben ayrılmak istedim. O proje ortadan kalkınca orada olmanın bir anlamı olmadığını düşündüm. Ayrılmaya kalkıştım. Ama sonra o grubun içinde kalmamı, başka projeler olması gerektiğini söylediler, ben de kalamayacağımı söyledim. Tam o anda işte bir değişim evresine ya da sürecine girildi, NTV önerildi, birkaç sefer kabul etmedim, çünkü ben 24’ü kurduğumda varolan medyaya karşı bir proje oluşturduğumda bunun içerisinde NTV de vardı, onların yapamadıklarını yapacak bir proje hayata geçirmiş birisi olarak gidip orada eski alışkanlıkları sürdüren bir adam konumunda çalışmak istemedim, bunu da söyledim bana teklif edildiğinde, bir değişim istendiğini ve bu değişimle birlikte yeni bir NTV yaratılmak istendiğini söylediler, ben de bu öneriye sıcak baktım. Zaten görevi kabul ettikten sonra da ne düşünüyorsam, ne biliyorsam uygulamaya başladım.

- Aysun Kayacı’lı, Pınar Kür’lü, Müjde Ar’lı, Çiğdem Anad’ın sunduğu program filan senin projelerin miydi? Senin sürecine mi denk geldi o projeler?

Onların direkt, ‘90 Dakika’ nın kaldırılmasının filan benimle direkt bir ilgisi yok.

- Sen nasıl bir kanal tasarlıyordun ya da NTV yönetimiyle hangi noktalarda buluştunuz?

Habere olan duyarlılığını kaybetmiş bir kanal olarak nitelendiriliyordu NTV. Habere sahip çıktığın zaman ben habere dair çok şeyin değişebileceğine inandım Türkiye’de. Yani bir rekabet olsun, o rekabet ortamında habere dair her şeyin daha iyi gelişebileceğine inandım ben. Zaten öyle de oldu, yani haber reflekslerinin gelişmesiyle medyada başka türlü bir hareketlenme de oldu. Yani tekrar muhabirler hatırlandı. Muhabir olmadan haber olamaz, muhabirsiz bir medya var şimdi. Böyle bir sürece gitti Türkiye.


- NTV’de çok uzun yıllardır televizyonculuk yapan birçok başarılı televizyoncu çalışıyor, Mete Çubukçu, Oğuz Haksever, Banu Güven gibi ve sen dışarıdan geldin. Zorlanmadın mı NTV’de? Seni kabullendiler mi hemen?

Ben ekipçi ruhuyla çalışmadım. Ben herkesle kendi mesleki ilke ve uygulamalarımı yürütebileceğime inandım. Ben doğru dürüst habercilik yapmak istedim, vicdanlı ve merhametli habercilik yapmak istedim, çünkü bu önemli, Türkiye’de medya vicdanını kaybetmiş durumda. Vicdanını kaybetmiş bir medyada hangi değerden bahsedeceğiz.

- Yani NTV’de işe başladın ve dedin ki “burada habercilik refleksi kaybolmuş” Öyle mi?

Kendilerinin ifadesi bu. Herkesin ortak bir kararıydı bu. Yani bu benden önceki görev yapanın daha kötü olduğu anlamına gelmiyor. Sistem tamamen böyle bir şey geliştiği için, her yer aynılaştığı için bir başka refleksi artık göstermiyor insanlar. Buna gerek de duymuyor. “Başsavcıya abluka” başlığından önce yapılan yayınlara bakın. ‘Kürt açılımı’na ilişkin yayınlar, işte Çingenelerin zorla göç ettirilmesi, Roman tehciir diye konuldu.

- Bütün bunlar senin döneminde yapıldı ve sonra savcı Cihaner’in evi ve ofisi basılınca “Başsavcıya abluka” başlığını attın. NTV’den bu başlık nedeniyle mi atıldın?

Bunun başımı belaya sokacağını ben biliyordum zaten. Ben bir meslek kazasından, bir iş kazasından söz etmiyorum. Ben bunun başımı belaya sokacağını biliyordum. Çünkü Erzincan’da ne olduğunu biliyordum. Yani bugün artık “Başsavcıya abluka”yı sorgulayan herkes Erzincan’da ne olduğunu araştırsın. Erzincan’da ne var? Orada ne oldu? Yani Ergenekon’un merkez üssü müdür Erzincan? Ya da orada başka şeyler mi oluyor? Bunu araştıran herkes gider çok kolaylıkla bulur. Benim oradaki derdim bir takım insanlara yardımcı olmak ya da onun lehinde yayım yapmak değil. Bir durum tesbitidir bu. Aynı anda Başsavcı’nın evi ve işyeri basılıyor, Adliye basılıyor, bu görülmüş bir şey mi, bunu nasıl ifade edeceğiz ya da nasıl ifade etmemiz gerekiyor?

- Ama bir protesto, bir karşı çıkıs etkisi yapıyordu o başlık aynı zamanda elbette.

Öyle de algılanabilir ama bizim işimizin bir gereği de bu değil midir? Yani ne kadar erk ve güç varsa ondan yana tavır mı koymak mıdır?

- Peki, Başsavcı Cihaner değil de başkası olsaydı? Yani Türkiye ne baskınlar, ne yargısız infazlar gördü, değil mi?

Evet ama aynı anda hem evi hem işyeri basılmak zorunda mıydı? Bu tanınan, bilinen, başsavcıdan söz ediyoruz.

- Nasıl tepkiler geldi o gün o başlığa? Ekranın alt kısmındaki “Başsavcıya abluka” başlığına.

Şimdi ben Erzincan’a dair bir sürü belge ve bilgiye sahiptim. Erzincan’da ne olduğuna dair, bu Başsavcı neyi araştırıyor, enteresan da bir tavrı var Başsavcı’nın, ilk defa JİTEM’in soruşturmasını yürütmüş bir savcı, yani İsmail Ağa cemaati ve Fethullah Gülen cemaatine ilişkin çalışmalardan JİTEM’e ilişkin çalışmayı daha önemli buluyorum. Hâlâ kabul edilmemiş bir şey ve devletin savcısı bunun üzerine bir araştırma yapıyor, bunun benim için anlamı büyüktür. Hem mesleki açıdan hem de Türkiye’nin geldiği nokta açısından.

- Sana nasıl yansıdı peki bu başlıktan duyulan rahatsızlık?

Bu şundan anlaşılır: Bir ülkede ilk defa bir başbakan yardımcısı çıktı bir yayın için surata tükürdü. Kimin suratına tükürüldü? “Yarabbi şükür” diyenler baksın kendine. Nasıl tükürülür? Böyle bir şey görülmüş mü?Yüz kızartıcı bir suç mu işledim ben? Ben bir takım lobilerin, bir takım çetelerin, bir takım güç dengelerinin adamı olsaydım, birileri haykırırdı benim için


- Sonuçta sen NTV’den ayrılmak zorunda kaldın. NTV nasıl bir yerdi?

Benim için Gebetto’ların ağaç yonttuğu yerdir orası.
- Vay be. Çok iddialı.

Gebettolar ağaç yontuyor. Pinokyolar orada. Ben NTV’ye ayrılık sürecinde dahi kin ve nefretle bakmadım. Ama ne zamanki Bülent Arınç o haber merkezinde gezdirildi, ben ayrıldıktan sonra, herkesin başka türlü sorgulanması lazım. Medya sadece oranın patronları ve orada çalışanların değildir. Onu izleyenlerin daha çok hakkının olması gereken bir yerdir. Onun hesabının sorulması lazım. Benim yaşadığım olay, bir başbakan yardımcısı çıkıyor canlı yayında tükürüyor, ne yapmış bu adam? Yüz kızartıcı bir suç mu işledim ben? Ben bir takım lobilerin, bir takım çetelerin, bir takım güç dengelerinin adamı olsaydım, birileri de herhalde haykırırdı benim için.

- Gidişin tam olarak nasıl oldu?

Ben bütün onlar yaşandığı anda bir daha o binaya uğramadım. Eşyalarımı, zaten hiçbir yere yerleşmediğim için, çalıştığım hiçbir yere yerleşmediğim için de bırakacak bir şeyim yok, sonuçta ceketim bile yok, ceketimi almaya bile ihtiyaç duymadım. Aynı gün akşam saat 7 itibariyle bıraktım. Ben 6 buçukta çıktım, doktora gitmiştim, aradılar, başlığı değiştireceklerini söylediler, izin vermeyeceğimi, bana rağmen bu başlığa müdahale edildiği zaman benim için NTV’nin bittiğini söyledim.

- Kanalın yayın yönetmeni medya konusunda hassasiyeti olan bir adamdır. O rahatsız olmadı senin gönderilmenden?

Benden sonrası ne oluyorsa her şey onun göstergesidir. Yani kim ne yapıyorsa aynada kendine bakacak.

- Hâlâ etkisindesin bu olayın, değil mi?

Ben daha önce de böyle şeyler yaptım ama bu linçe dönüşmüş durumda. Ben anti-militarist bir adamım, anti-militarist bir adamı Ergenekon gibi kanlı bir örgütün yanına koyabiliyorlarsa burada başka türlü bir şey var artık. Bu kadar kolay olabilir mi bu?


- Medyayı çalışanlar arasında olması gereken dayanışma açısından nasıl değerlendiriyorsun?

Ben medyanın varolan durumda herkesin arkadaşının kafasını altın tasta sunduğunu söylüyorum. Şöyle bir adam karakteri: Hepimiz yatılı okuldayız, biri gidiyor sürekli okul yönetimine ispiyonluyor. Okul yönetimine gidiyor, gammazlıyor, okul yönetimine yalakalık yapıyor. Bu adamı barındırır mıyız aramızda? Şimdi medyadaki herkes böyle. Küçük bir adam muteber adam oluyor.

- Peki, nasıl arınacak medya?

Yürekli insanlar kendi onurlarını ve meslek ilkelerini korumak zorunda. Seslerini yükseltmek zorunda. Bugün her yerde isyan çığlıkları var. Bütün medyada. “Bize şunlar yapılıyor” dediklerinde “niye sesini çıkarmıyorsun” diye sorulduğunda herkes işte “yok çocuğumuz var, yok ailemiz var” diyor. Benim de gazetecilik dışında bir gelirim yok ki, evim yok, ben sokakta kalma riski olan bir adamım, işim dışında başka hiçbir gelirim de olmadı benim.

- Medyanın kullandığı savaş üslubundan, dayatılan kışkırtıcı, şiddet yanlısı dilden çalışanlar nasıl rahatsız olmaz? Ya da gönüllüler mi, gönüllü olarak mı kullanıyorlar bu üslubu?

Bir anda insanlar vampire dönüşüyorsa, vampirleşen bir medyaya dönüştüyse Kürt sorununda, Kürtler’e ilişkin bakış açısı bir vampirleşen duyguya dönüştüyse, bu dönüştüren evreyi başka türlü sorgulamamız lazım.

- TGC’nin Sedat Ergin’e basın özgürlüğü ödülü vermesini nasıl değerlendiriyorsun?

Ben bu TGC gibi yapıları önemsemiyorum. Medyanın kurşun askerleri mevzileniyor oralarda. Verdikleri ödülü de önemsemiyorum. Oralardan olmaz bir şey. İhtiyar heyetlerinin oluşturduğu bir yer gibi geliyor bana.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Hasan abi


Zaman rüzgar kanatlı atlılar gibi geçiyor işte. Hasan Abisiz iki yıl geçti gitti. Herkes eski Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ı anmak için önce mezarı başında sonra evindeydi. Görev yaptığı 143 gün gibi kısa bir dönemde Futbol gibi aşınmış bir alanda güven ve sevginin örnek ismi olmuştu. Bugün bile herkes o Avrupa futbol şampiyonasında Türkiye gol attıkça Aysel Abla’ya sarılışını gözleri dolarak hatırlıyor. Şimdi eski Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan olarak anılsa da benim için o eşi benzeri bulunmayacak bir medya patronuydu. 24 büyük bir projeye dönüştüyse Hasan Abi’nin bunda katkısı çok fazladır. Medyada yeni bir medya anlayışının egemen olmasına yürekten inanmıştı. Yeni bir plaza inşaatı için hemen talimat vermişti. İkinci bir tv ve gazete projesini hayata geçirecektik. İP tv’nin daha adı bile bilinmezken saatlerce dinlemiş ve “hemen projelendir. Demek ki gelecek yayıncılık bu mecraya kayacak ” demişti.


Meslekte 23 yılı geride bıraktım. Ama Hasan Abi gibisiyle hiç çalışmadım.

Çalışanların maaşını iki gün geç ödediği için üzülen kaç medya patronu vardır ki? Bir ay maaşlar 6 gün gecikmişti. Bir türlü parayı toplayamıyorduk. Hasan Abi çok üzgündü. Aldı telefonu eline tanıdığı herkesi arayıp para istedi. Ne çok zor gelmişti ona. Ondan bundan para istemek. Saatlerce uğraştan sonra parayı toplayabilmişti. Ama gururuna dokunmuştu para istemek. Gözleri dolmuştu. Ama bir yandan da maaşları ödeyebildiği için mutluydu.

Hangi medya patronu siyasetin ağır tahakkümüne “ arkadaş burada ben varım” diyebilir ki. En zor yayınlarda bile bir kez “yapma” demedi. Kısıtlayıcı değil yol açıcıydı.

Hangi medya patronu önerdiği isme “ abi bizim anlayışımıza uymaz. Çalışmasak” denildiğinde. “ tamam bir bildiğin vardır. Bu işi sana teslim ettik. Nasıl biliyorsan öyle yap. Ben öneririm. Çalışıp çalışmamak senin kararın” diyebilir ki.

Hasan Abi yaşasaydı medya da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ama olmadı olamadı. O meşum günden bu yana olanlara bakıyorum Hasan abisiz Türkiye hep bir eksik kalacak.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Daha çok haykırmalıyız. “ Tahir olmakta ayıp değil Zühre olmakta”

“Çok seviyordum. Bana yüz vermediği için öldürdüm” . Ana okulu öğretmeni Saadet Usul’u satırla öldüren muhasebeci Yalçın Algan böyle demişti. “Bir aşk cinayeti daha” yüzeyselliğinde bakıldığında sorun yok. Ama Lümpen kültürün 12 Eylül’le birlikte damarlara enjekte edilmesinin yarattığı sonuç olarak bakarsak üstüne çok düşünmemiz gerekirdi. Düşünmedik yine. Son olarak Çorum’da arkadaşlık teklifini reddeden lise öğrencisini benzin döküp yakan da aynı şeyleri söylüyor. “arkadaşlık teklifinde bulundum. Beni tersledi. Çok sinirlendim”. Yürek yangınının benzin ateşine dönüşmesini de konuşmayacağız. “ Ya benimsin ya toprağın” lümpen kültürünün yarattığı deformasyon değil de nedir bunlar. Oysa bir zamanlar sevda uğruna yazılan destanlar bambaşkaydı. Kerem gibi yanmayı unutturdular bize. Kim biliyor artık bu destanları. Kerem Aslı’ya yanmıştı. O yangın sazının tellerinden akıp gitmişti hayata doğru. Ya aşkı için dağları delen Ferhat. Şirin için dağları delecek kadar kudretli bir aşk. Onlar da artık unutuldu. Şimdi daha çok haykırmalıyız “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmakta”. Cılız çıkmasın sesimiz. Yusuf ile Züleyha’nın azapları yol gösterir aslında bize. Mecnun’u çöl ateşlerinden bile daha çok kavuran Leyla ateşini benzin ateşine mi tercih edeceğiz artık. Arzu ile Kamber’in ölümsüz aşkını bir satırla yok mu edeceğiz. Mem u Zin’i zinhar inkar etmeye devam mı ? Her yaşanan alçaklıkta “neler oluyor bize” sızlanması yerine destanlara yeniden sahip çıkmalıyız. Sevda türkülerimizi yaşatmalıyız. “Ya benimsin ya kara toprağın” lümpen kültürüne inat.

29 Nisan 2010 Perşembe

YEŞİL URBALILAR YEŞİLE DÜŞMAN.


Beyazdı. ona rağmen aralarına aldılar. Bir kızılderili gibi yetişti. Büyüdü. savaşta Birleşik Devletler tarafına geçti. Her çatışmada kızılderililere büyük kayıplar verdirdi. Biliyordu onları ve kolay avlıyordu. Kabilenin gençleri büyük reise çıktı. " Bizim içimizde yetişti. bizi biliyor ve çok büyük kayıplar veriyoruz. Kurduğu tuzaklarla bir sürü arkadaşımızı öldürdü. izin verin onu bir suikastla yok edelim. bir tuzak ta biz kuralım ve öldürelim." Büyük reis susturdu herkesi, " bu kişisel bir savaş değil. biz intikam için değil topraklarımız için savaşıyoruz. Savaş alanında ölürse ölür. Tuzak kurup onu yok etmek bize yakışmaz. " Mecbur herkes dağıldı. O tuzaklara devam etti. her türlü kalleşliği yaptı. Kana doymadı. Öldürmeye de. Büyük reis intikam aldırmadı. Ne zamanki portakal bahçelerini yaktı. İşte o zaman Büyük Reis en savaşçı gurubu toplayıp onlara emir verdi. "şimdi ölümü hak etti"




YEŞİL URBALILAR YEŞİLE DÜŞMAN. İŞTE BUNU GARİPÇE'YE YAPMAYACAKTINIZ. ŞİMDİ DÜŞMANCA BAKIYORUM SİZE ARTIK. UGH...

5 Nisan 2010 Pazartesi

aylağım....

İşsizlik pek bi yaman. Bilmediğim bir şey değil ama yine de herkese bir şeyler anlatma derdi fena geriyor. Bir daha söyleyeyim yok öyle kıyıda, köşede ya da küpte devasa bir birikmiş. Hayat standardını değişiyorum işsizlikte o kadar. Cappucino, tiramusu yerine ay çöreği- çay house cafe ya da kitchenette yerine sahil çay bahçesi . Hiç de umurum olmuyor aslında. Ay çöreğini de severim çayı da. Bi de boğaz manzarası varsa değmeyin keyfime. Zugaşi berepe kanımda var. Genim böyle. Bana deniz kenarı bir yer verin, derme çatma bir çadır bile yeter. Ötesi tüketim çılgınlığının esareti. Hemen kırarım onu. Koca bir çocukluğu- ergenliği liman arkasında kayalarda tüketmişim. Şimdi mi koyacak sahil çay bahçesi. Günler işsizlikte fena akıyor. Bir bakıyorsun kira zamanı gelmiş. Ulan daha dün ödemedim mi ben bunu diye düşünüyorsun. Sanki ay kapı arkasında bekliyor ‘aha ben geldim’. Hoş geldin de keşke bahar olmasaydın. Hani fena da ayartıyor insanı. Malum nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları. Sürekli bir şeyler üretmekten yorulmuşum yahu. Fena halde miskinleştim. Bünyeyi aylaklık sardı. Aylaklık demişken o ne güzel bir fotoğraf karesidir. Fellini’nin aylaklar filmindeki kareden söz ediyorum. Aylaklık iyi güzel de vahşi kapitalizm onun can düşmanı. Aylaklık bile parayla mı olur ? oluyor işte devir böyle. Ha ne diyordum . Şu en çok sorulan “ne yapacaksın?” Sorusuna yanıt vermeye çalışıyordum. Hakkaten bilmiyorum. Ahvalim aylak. Hepsi bu. Ama kimse inanmıyor. “Ne projeler vardır . hadi anlatsana.” Ben de hep Can Yücel’in yaşadığı bir anıyı anlatıyorum. Can baba İzmir’de bir grup seveni, arkadaşı ,hayranı, şusu- busuyla buluşuyor. Ver elini meyhaneye dalıyorlar. İçki su gibi değil, sel gibi akıyor. Sabaha karşı meyhaneden sendeleyerek çıkıyorlar. Oradan Kordon’a uzanıyorlar. Deniz kenarında İzmir mi sallanıyor Can baba mı belli değil. Şöyle bir yakamoza doğru dönüyor Can baba. Yakamoza sabitleniyor. Bir an herkes susuyor. Aralarında fısıldaşıyorlar. “ ulan şimdi ne acayip dizeler çıkaracak buradan. Böyle daldığına göre en önemli dizelerin doğuşuna tanık olacağız. Süper bir şey bu” . Bir süre bekliyorlar. Can baba sanki taş. Sadece denize doğru bakıyor. Gözler sabitlenmiş. Sonra yere çöküyor. Dizlerinin üstünde ellerini açıyor. Herkes o büyülü anın etkisi altında. Fısıldaşma tıslaşmaya dönüyor neredeyse. “ işte böyle doğuyor. O muhteşem şiirler. Bu doğum anı. “ bakıyorlar. Ses yok. Biri çıkıntılık yapıp yanına sokuluyor.” Baba bize de söylesene o dizeleri. “ Can baba da ses yok. Çıkıntı biraz daha ileri gidip dürtüyor Can Babayı ” hadi baba söyle ne buldun” . Can Baba şöyle bir dönüyor. Konuşmuyor kükrüyor. “ Sarhoşum amına koyyim” Sonra da boylu boyunca İzmir’in çimenlerine uzanıyor.

“Hadi anlatsana “. Yok bir şey. Sadece aylağım ….


17 Mart 2010 Çarşamba

Adalet kanar mı (!)


Fena halde kanar ‘bu ülke’ de. Öyle de kanar. Böyle de kanar. Nasıl kandığını ve kanadığını bizzat yaşadım. İlk gün gibi hatırlıyorum. Bozulan arabasının başında emniyet şeridinde bekleyen Sinem Yalçın’ın öldürülüşünü. Kalkavan ailesinin veliahtlarından Faruk Kalkavan lüks jipiyle bir Azrail gibi emniyet şeridine girince Sinem Yalçın’ın gencecik hayatı orada son buldu. Ondan sonrası film senaryolarına, romanlara taş çıkartır şekilde gelişti. Faruk Kalkavan önce suçu şoförünün üzerine yıkmak istedi. Bir gün sonra şoför arabayı Faruk Kalkavan’ın kullandığını itiraf etti. Faruk Kalkavan gözaltına alındı ama alkol muayenesinden yırttı. İki ay içeride kalıp dışarı çıktı. Öğretim üyesi baba ve modacı anne adalet için çırpınmaya başladı. 18 ocak 2008’den beri çalmadık kapı bırakmadılar. Anne Nazmiye Yalçın, zamanın Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ile görüşmeye gittiğinde o zaman müsteşar yardımcısı olan şimdi ise müsteşarlık yapan Ahmet Kahraman’ın emriyle saçlarından sürüklenerek bakanlık dışına atıldı. Kaza olduğu günden beri nerede çalışıyorsam bu acılı ailenin adalet peşindeki çırpınışlarını takip ettirdim. Tehditlere, uyarılara da kulaklarımı tıkadım. Umurumda da olmadı. Ama en son adaletin en tepesindeki bir isim durumdan vazife çıkarıp tazminat davası açtı. Bugün bu yüzden mahkemedeydim. Anne Nazmiye Yalçın’ın canlı yayında” Adalet bakanlığında müsteşarlık Kalkavan ailesinden gelen para dolu çantayı ne yaptı” diye bir söz söylemesi yüzünden. Şimdi bu söz bir itham. Canlı yayında engelleme şansım da yoktu. İşin mesleki kritiği bir yana bir isim de belirtmedi Nazmiye Yalçın. Müsteşarlık gibi bişi söyledi. Zaten Ahmet Kahraman o zaman müsteşar değil müsteşar yardımcısı. İsim yok, unvan uymuyor ama üstüne alınıyor. O görüşmede Kalkavan ailesinden biri var mıydı? Ahmet Kahraman 50’şer milyar istiyor, hem benden hem de evlatlarını yitirmiş aileden. Adalet ararken sanık yapılan bu anne baba mahkeme çıkışında “üzülme sen işini yaptın. Bizim canımız gitti. Bırakmayın bu işin peşini ne olur “ diyerek sarılıp gözyaşı döktüler. 2008’den beri ağlıyor bu aile. Darmadağın oldular. Baba hastalandı. Annenin işi bozuldu. Küçük kardeşi ise psikiyatrist desteği ile hayata tutunmaya çalışıyor.


Şimdi benim bu haberi takip etme şansım yok. Malum abuk bir durum ve dönem nedeniyle mecburi nekahet dönemindeyim. Ama bu işi yapan herkesten rica ediyorum. Lütfen gidin bu davanın üstüne. Malzeme de çok. Nüfuzlu bir aile. Gencecik yaşta ölen bir kız. Yalan. Dolan. Durumdan vazife çıkaran etkili ve yetkili kişiler. Yani haber adına ne varsa hepsi 32 kısım tekmili birden var.

Faruk Kalkavan’ın dosyası 9 aydır Yargıtay’da bekliyor. Neden, niye sorularını sormanın tam da şimdi sırası. Lütfen, Yalçın ailesini adalet arayışında yalnız bırakmayın. Lütfen.

8 Mart 2010 Pazartesi

Ben Ne Yaptım!!!

Reddetme hakkımı kullandım. İstifa ettim. Daha önce de çok yaptım. Öyle abartılacak bir durum değil. Ama öyle bir hale geldik ki sıradan, olması gereken bile olağanüstü hale geldi. Gazetecilik hak ve sorumluluk bildirgelerinin en önemli maddelerinden biridir reddetme hakkı. Ve aynen şöyledir. “Gazeteci, çalıştığı basın ve yayın organının kendisiyle yaptığı sözleşmede de kaydedilmiş olması gereken temel çizgisini dikkate alır. O temel çizgi dışındaki ve onunla çelişen veya orada açıkça belirtilmemiş olan tüm telkin, öneri, istek ve talimatları reddetme hakkına sahiptir. Hatta aradan geçen yıllar içinde sürekli budansa da 212 sayılı yasanın da önemli haklarından biridir. Bu kadar basit. Her şey bu kadar net ve ortadayken nasıl oluyor da, “kapı önüne konulan”, “ kovulan”, “ kellesi alınan”,ifadeleri yazılıyor. İşte bu da interneti, pandoranın kutusu haline getirmeye çalışan eblehler yüzünden oluyor. Her şeyi yapmalarına rağmen bir türlü medya içerisinde kalamayan eblehler kinle nefretle yazıyor, aklı evvel birileri de bunu kopyalayarak çoğalmasını sağlıyor. Modern çağın efendisi google’a adını yazıyorsun bu eblehlerin hezeyanları çıkıyor. Öfkeleniyorum bu doğru ama çok da ciddiye almamak lazım. Ebleh işte deyip geçiyorum şimdi. Önemli olan medyanın reddetme hakkını hatırlamasıdır. Tam da bu tedhiş dönemlerinde lazım reddetme hakkı. Bir yanda Ergenekon diğer yanda cemaat maskeli uluslararası organizasyon.

21 Şubat 2010 Pazar

Söylesem tesiri yok , Sussam gönül razı değil

Abluka denen kelime neredeyse adımla özdeşleşti. Ablukacı Mustafa da oldum ya daha ne diyeyim. Yahu insanoğulları ve de insankızları, “abluka” bir durum tespitidir. Durum tespitinden bile kıyamet kopuyorsa biraz da onu sorgulamak gerekmez mi? ‘Zaman’lı zamansız ayarsızların çakallıklarına da pabuç bırakmam. Abluka’nın yandaş, candaş, kandaş, ergenokandaş ile alakası yoktur. Söyleyecek sözüm de çok, söyleyecek yüreğim de var. Her kese her şeye meydan okuyacak kadar. Su olurum akacak mecra bulurum nasılsa. Taraf olmak, tarafsızlık, yavşaklık, korkaklık, tıynetsizlik, omurgasızlık, arkadaşını n kafasını altın tasta sunmalar, hokkabazlık, dalkavukluk , yalan, ikiyüzlülük, teslimiyet hepsine sıra gelecek. Şu abluka denen abukluktan sonra neler yaşadım onları bir anlatayım hele.

En çok da “hayırlısı olsun” dendi. Hayırı neyse. İşsizlik, araba taksidi, kira “ohh nası girdi “der gibi. Telefonlar daha acayip. Meselenin özünü konuşurken

-abi, şimdi telefon dinleniyordur o konulardan bahsetmesek.
- le havle. Ne oluyor lan. Neden korkuyoruz ki.
-Abi şimdi Ergenekoncu felan diyorlar ya. Erzincan’da aslında ne olduğunu anlatıyorsun. Tarikat marikat sallıyorsun.
-Git işine oğlum ya. Yemişim Ergenekon’u. Ergenekon denen melanet mahvetti bu ülkeyi. Kan var üstlerinde. Hala kan kokuyorlar. Ben mi Ergenekoncu olucam. 27 Nisan’da kim ne yapmış. Arama tırsıyorsan. Ergenekon’un da senin de.

Aşağı yukarı böyle telefon konuşmaları. Herkes mabadından korkuyor. Nasıl bir korku imparatorluğu yaratıldıysa .28 şubat’ta birilerine ne yapıldıysa şimdi de ötekilere aynı şey oluyor. İyi-kötü yanlış- doğru birbirine karışıyor. Neyse celallenmiyeyim de şu işin geyik kısmını yazayım. En çok karşılaştığım sorulardan biri de şu. Abi kim aradı?

-Abi kim aradı?

-Valla İşten ayrılır ayrılmaz. Veli Küçük, Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Bedrettin Dalan, Turan Çömez, Doğu Perinçek, Muzaffer Tekin sağolsunlar aradılar. Birde Number one diye biri aradı sesi hırıltılıydı tam anlayamadım. Koçum mu dedi sazanım mi dedi şey edemedim.

Kim arayacak eş dost. Köşeci, çeteci şucu, bucu tanmımam ki ben. Ne onların olduğu ortamlarda olurum ne de hasbıhalım vardır. Cürümüm kadar yer yakarım her zaman. İlk gün telefonun şarjı yetmedi. Aradan geçti 3 gün arayan tarayan bir iki kişi. Hep böyle olmuştur. Eş dost bir araya geldik rakı içtik, çöp şiş yedik güldük eğlendik. Buraya aha şunlar düştü.

-Abi sen aslında tam ne yazmak istedin
-Ben dedim ki başsavcı abuk onlar anladı abluka.Gitti makam arabası, bedava benzin, eşek yüküyle mayış, unvan, makam..bedava telefon.

-lan oğlum deseydin ya. Değiş Tonton’um ben.

-Oğlum yoksa şey mi oldu. Lise dö sen benuğa ile çeliktepe cengizhan lisesi sendromu. Hani onlar beyaz türk sen, vonalı. .Umut Sarıkaya yer onları bee..
-Tabii tabii. Hadi ozaman hep beraber. Çeliktepe sloganı...Hımpss. Hımfs.. ….

-Alıp bıçağı çıksaydın ya NTV’nin çatısına. Atarım kendimi, atmayın beni.

-Yoksa abluka başlığını santralden arayıp mı söylediler. Düşüşün hızlı oldu da. O bakımdan.

-şurada yaza ne kaldı bari o zaman ayrılsaydın. Park mark yatıp kalkardın. Şimdi misafir gelecen. Atsan atılmaz satsan satılmaz ki

-Abi sen hep ergene mi konuyodun. Hani çıtır felan olmuyo mu. Ergen e kon. O bakımdan Hıahhahaha
-Alın şu Selami Şahin kılıklı herifi masadan …

-Arkadaş sen gidince birileri orasını burasını dağıttı sevinçten. İnsanları mutlu ettin ya Allah ta seni etsin. Ne iyi insansın.

Dipnot: medyafaresi, yavuz karakoç ve tüm arayan herkese teşekkürler..

16 Şubat 2010 Salı

Hişşşt Hedonist , Naber Hazcı

Fotoğrafa bir bakar mısınız. Hayat budur bazen. Denizde yüzerken bir nefes sigara çekmek. Ooohh. Yaşamak güzel. Memlekette en büyük zevklerimizden biriydi, sigarayla denize girmek. Sigara ağızda Aktaş’a çıkılır. Aktaş dediğim denizin ortasında koca bir taş. O bizim adamızdı Vona’da. Islatmadan Aktaş’a çıktım mı en tepeden doğru denize sigara cosss. Ne cok keyif alırdık bundan. Yılardır yapmıyorum sigarayla denize girmeyi. Nedenini de sorgulamadım aslında. Ama şimdi dip bellekte bişeyler çıkıyor. Sigarayla denize girmeyi. “ ayy ne magandalık” olarak görenlerle mi tartışmıştık sonra o mu kaldı bilmiyorum ama ilk fırsatta yapıcam yine. Hatta puroyla girmessem namerdim. Hayattan keyif almayı bırakmamak lazım. Aşık ol, acı cek. İşte bunal. Şehirdenden sıkıl. Evde buhran. Sokakta hüsran. Bu ne yahu. Vazgeçiyorum bu hayattan. Hayattan hazzedecek, hazcı olacam. Hazcı güzel kelime. Namuslu filminde mutemet Ali Rıza (Şener Şen) parayı aldıktan sonra masaj salonuna gider. Orada uzanır şöyle yüzükoyun. Parayı başının altına koyar. Öyle bir “oooohh “ çeker ki gördüğüm en iyi film sahnelerinden biridir. İşte hayat O “oooooh”ta gizli. Şimdi melankoliden hazcılığa geçme vaktidir. Malum önümüz bahar. Nisan- mayıs ayları gevşer gönül yayları..."oooohhhh".

11 Şubat 2010 Perşembe

Gitmek kaçmak mıdır?


İnsan ruhu gitmeye mi kalmaya mı yakındır? Adamına göre değişir. Kadınına göre de değişir. Uzmanlara göre gitmek ‘doğal bir dürtü değil kişilik yapısıyla orantılı bir davranış’. Peki 10 puanlık uzman sorusu geliyor. Hangisinden gitmek daha zordur. Bir adamdan? Kadından? aileden? sevgiliden? eşten? işten? şehirden ? arkadaştan? Zor . çok zor. Sevdiklerinden gitmek zordur. Sevmediklerinle kalmak daha da zordur. Benim ruhum gitmeye yakın. Psikiyatrist arkadaşım ‘ruhun bozuk ‘diyor. İn to the wild filminde gitmelerim nasıl da depreşmişti. Sonra motosiklet günlüğü’ni izledikten sonra gitmeyen her yerim ağrıdı. Kalbim giderken acır, beynim kaldığımda zonklar. Ama bir şekilde giderim. Ruhum bozuk işte. Şöyle bir dolaştım edebiyat alemini gitmek neyi beslemiş diye. Mesela Ahmet Telli

“gitmek...bir büyü gibi saran
ağrılar yumağı, kışkırtılmış düşlerdir”
demiş. En güzel gitme güzellemesi de ezeli ve ebedi babamız Can Yücel’den geliyor.

“bugünlerde herkes gitmek istiyor. küçük bir sahil kasabasina, bir baska ülkeye, daglara, uzaklara... hayatindan memnun olan yok. kiminle konussam ayni sey... her seyi, herkesi birakip gitme istegi. öyle "yanina almak istedigi üç sey" falan yok. bir kendisi. bu yeter zaten. her seyi, herkesi götürdün demektir. keske kendini birakip gidebilse insan. ama olmuyor. hadi kendimize raziyiz diyelim, öteki de olmuyor. yani her seyi yüzüstü birakmak göze alinamiyor. böyle gidiyor iste. bir yanimiz "kalk gidelim", öbür yanimiz "otur" diyor. "otur" diyen kazaniyor. o yan kalabalik zira. is, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu... en kötüsü aliskanlik. aliskanligin verdigi rahatlik, monotonlugun dogurdugu bikkinligi yeniyor. kaliyoruz. kus olup uçmak isterken agaç olup kök saliyoruz. evlenmeler... bir çocuk daha dogurmalar... borçlara girmeler...isi büyütmeler... bir köpek bile bizi uçmaktan alikoyabiliyor. misal, ben... kapidaki rex'i birakip gidemiyorum. degil bu sehirden gitmek, iki sokak öteye tasinamiyorum. alip götürsem gelmez ki... bütün sokagin köpegi oldugunun farkinda. herkes onu, o herkesi seviyor. hangi birimizle gitsin? "sirtinda yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardir; evet, sirtimizda yumurta küfesi var hepimizin. kendi imalatimiz küfeler. ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada. ölüm var zira. ölüme inat tutunmak lazim. inadina kök salmak lazim. bari ufak kaçislar yapabilsek. var tabii yapanlar. ama az. sadece kaymak tabakasi. hepimiz kaçabilsek... bütçe, zaman, keyif...denk olsa. gün içinde mesela... küçücük gitmeler yapabilsek. ne mümkün. sabah 09.00, aksam 18.00. sonra baska mecburiyetler. sikisip kaldik. sirf yeme, içme, barinmanin bedeli bu kadar agir olmamali. hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. bir ömür karsiligi bir ömür yani. ne saçma. bahar midir bizi bu hale getiren? galiba. ben her bahar asik olmam ama her bahar gitmek isterim. gittigim olmadi hiç. ama olsun... istemek de güzel” budur .

Ama kelimelerin efendisi Özdemir Asaf

“gelirken ağlamıştın
orası için
giderken de ağlayacaksın
burası için”

bu gitmeler gitme değil diye vuruyor yüzümüze. Kavafis’e de fena selam çakıyor. “ bu şehir arkandan gelecek” . En cok da Borges’in canhıraş hayat dersi bozuk ruhumu okşuyor. . Sonunu yazayım;

“hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan, gitmeyen insanlardandım ben.
yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
eğer yeniden başlayabilseydim,
ilkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ölüyorum...

Madem gitme dürtüsü harekete geçti. En çok giden Tezer Özlü’yü unutmamak lazım.

“pazar günleri... şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek.......... isterim hep”

4 Şubat 2010 Perşembe

Aşk nedir amca?


İki küçük afacan konuşuyordu.
-Aşkı biliyor musun?

- Biliyom tabi. Babamın annemi mutfakta öpmesi.

-Salonda öpünce aşk olmuyormu ya da yatak odasında.

-olmaz denilen yerde öperse aşk olur.. yaaa

“Şimdiki çocuklar harika” hamasetini vatan millet sakaryadan hallice gördüğüm için oyle şeyler söylemem. Ama hani gerçeklik denen şey bazen bu kadar çıplak ve nettir. Rain Man filminde Charlie Babbitt(Tom Cruise) otistik kardeşi Raymond’a (Dustin Hoffman) ilk öpüşmesinden sonra ne hissettiğini sorar. Raymond’un yanıtı. “ıslak”tır. Duygudan arınmış gerçeklikte öpüşmek ıslaktır. İki küçük afacan döndü bana aynı soruyu sordu. “ aşk nedir amca” . Raymond’tan hallice yakalandım bu soruya. Bir amca denilecek yaşta olmak fena koyuyor. İki amca denilecek yaşta aşık olduğunu belli etmek daha da can sıkıcı. Üç karizma elden gidecek hemen bir yanıt bulmalıyım. Ezel’den bir dayılık olduğu için aldım çocukları karşıma boy boyladım soy soyladım.

-şimdi çocuklar bana müsaade edin mutfakta iki bardak su hazırlayacağım size

-tamam Mustafa amca bekliyoruz. ( hay amcanızı...)

-Eveeet çocuklar

-önce cam bardaktaki sudan bir yudum alın, sonra kupadakinden

Her iki afacan cam bardaktaki suyu lıkır lıkır içti. Kupadakini de "öğğrrrkk" diye püskürttüler ortalığa

-bu ne yaaa Mustafa amca (abi de yavrucum abii)

-Yaa işte budur çocuklar. Kupada içtiğiniz tuzlu suydu. İşte o aşktır.

2 Şubat 2010 Salı

Kanlı Gömleğini Koklardı Annem

Anne ile babanın yatak odasına girilmez. Oyleydi benim çocukluğumda. Mahremiyet kutsanırdı. Yatak odasının her hangi bir esrarı yotu ama o sandık olmasaydı. Albenisi öyle böyle değildi. Nasıl da süslenmişti annemin ceyiz sandığı. Sanki gelin annem değil o olmuştu. Annemin gelinlikli fotoğrafları sönük kalıyordu yanında. Tamam yatak odası fena halde mahremdi de o ceyiz sandığı habire günaha davet ediyordu. “Gel bendeki gizemi çöz” diye. Günaha davete, o kadar çocuk içinde bir tek ben uyacaktım, bu belliydi. Kimsenin umurunda değildi o sandık. Annemin sabah namazına kalktığı zaman gizlice açtığı o gizemli sandık. Sürekli annemin anahtarını koynunda sakladığı sandıktaydı gözüm. Annem de hiç acık vermiyordu. Sanki biliyormuş gibi oynuyordu benimle. Kedi fare kovalamacasına dönmüştü. Kim av kim avcı birbirine karışmıştı. Ama ne yapıp edip o sandığın gizemini çözecektim. Kesin o sandıkta hazine vardı. İyi de annem neden ağlıyordu her sabah o sandığı açtığında. Hazinenin varlığından duyulan sevinç gözyaşı da değildi ki. İçten içe ağlıyordu annem sadece. Yıllarca sürdü kovalamaca . Ben pes etmedim annem hiç acık vermedi . Ta ki o güne kadar. Annem banyoda fenalaştı. Hemen hastaneye kaldırdılar. Apandist belası fena yakalamıştı. Bana da gün doğdu. Anahtar ilk kez annemin koynu yerine soğuk banyonun mozaik zemininde duruyordu. Herkes hastaneye koşmuştu. Bense evde ilk günahımın anahtarını kilite sokuyordum. Nefes nefese kalmıştım. Sandık kiliti günah çanı gibi sesini çıkardı. Artık günah işlenmiş keyfini sürme vaktiydi. Sandığın kapağını açtığımda dondum kaldım. Sadece bir gömlek vardı. Kan içinde bir gömlek. 22 yaşında pusuda vurulan dayımın gömleği. Kanı yerde kalan dayımın gömleği. Kanı yerde kaldığı için hep kanardı o gömlek. Nükhet ipekçi 31 yıldır sakladığı gömleği yayında çıkarınca o sandık ve annem geldi aklıma. O gömlek bir televizyon şovu değil bir isyandı. Annemin her sabah namazı öncesi döktüğü gözyaşı gibi..

25 Ocak 2010 Pazartesi

Çaresizliğin Çığlığı


Haber önüme geldi. “Üniversiteli anne molada doğurdu ve bebeğini çöp kutusuna attı.” Haberin özü bu. Şimdi “Vicdansız anneden, üniversiteliye yakışmayan doğuma” kadar bir sürü yorum yapılarak bu haber verilecek. Haber önüme geldiğinden beri sadece O 22 yaşındaki kızın çaresizliğini ve yalnızlığını düşünüyorum. Bu nasıl yalnızlıktır. Bu nasıl bir ıstıraptır. Ölümü göze alacak kadar, canından canı ölüme gönderecek kadar çaresiz kalmak. Empati yapmayı deniyorum olmuyor. Kimbilir o doğuma kadar neler yaşamıştır. Hayatın ince cizgilerinde nasıl dolaşmıştır. Bu yaşta bu büyük hesaplaşma hiç adil değil. Bu sonuç ta adil değil. Deniyorki gayri meşru ilişki bebeği. Meşrusu ne ki bunun. Her gün manşetleri süsleyen , ekranları kaplayan “yapay döllenmeyle hamile kaldı” “ babasız doğuracak” güzellemeleri yaptıklarınızınki mi meşru. O meşrulaştırılan hayat, bu kız cocuğuna niye bu kadar acımasız. Anne, baba, çevre, sevdiği adam hepsi molada bırakınca ne yapacaktı? Kimseye çaktırmadan o cocuğu doğurmak kolay mıdır? İçteki o acıyı düşünün. Dışarı atmak istediği cocuk değil acı. İçindeki yalnızlığı, çeresizliği dışarı çıkarmak istemek ama dışarı çıkması gereken canı içerde tutmaya çalışmak. Bu bedel hiç adil değil. Şimdi ne olacak? Okul hayatı nasıl devam edecek? O aile ne yapacak? O kız ne yapacak? O kız yitip gitmesin istiyorum. Biliyorum çok şey istiyorum...

19 Ocak 2010 Salı

Kaderimin efendisiyim, ruhumun kaptanıyım


İki farklı adam, iki ayrı yaşam, aynı şair, aynı dizeler. “kapı ne kadar dar olsa da, cezam ne kadar ağır olsa da, kaderimin efendisi benim, ruhumun kaptanı benim” . 1849 ile 1903 yıllları arasında yaşamış İngiliz şair William Ernst Henley, İnvictus şiirinde böyle diyor. Yılar sonra invictus şiirinin dizeleri iki ayrı bedende yeniden hayat buldu. Biri Oklohoma’da 168 kişiyi öldüren bombacı Timothy McVeight, öteki de bir direniş sembolü Nelson Mandela. Timoth McVeight 2001’de idam edilmeden önce “Kaderimin efendisiyim, ruhumun kaptanıyım “ diyordu. Sonra da eklemişti. "ben bir amerika ürünüyüm, beni siz yarattınız". Etkileyiciydi. Bir katilin bu çıkışı ve kullandığı argüman. Clint Eastwood’un yönettiği Mandela’nın iktidardaki ilk günlerini anlatan filmde de aynı dizeler var. Zaten film’in adı da Henley’in şiirinin adı. “invictus”. Siyah öfkeyi gökkuşağı renkleriyle durduran Mandela da filmde aynı dizeleri söylüyor. “Kaderimin efendisiyim, ruhumun kaptanıyım “. İki adam...biri can alıyor diğeri can alanlara karşı canını siper ediyor. İki si de aynı şeyi haykırıyor. “kaderimin efendisiyim. Ruhumun kaptanıyım”...

13 Ocak 2010 Çarşamba

dos gardenias hayat


Aşk, hayat, dostluk, vefa, özlem, hicran, ölüm, arkadaşlık, paylaşım ve daha bir sürü şey. Hepsi bir düette gizlidir. Hayata dair en insani herşey vardır o düette. Dos Gardenias...Ooof oofff. Hele final anında Omara Portuondo öyle bir sarılır kadim dostu İbrahim Ferrer ‘e ki akar gözyaşları gardenya çiçeğinin içine doğru. Oradan da yüreğinize imbikten damıtılır gibi hüzün ve hayat geçer. Bilir Omara bir daha birlikte şarkı söylemeyebilirler. Hayat gardenya çiçeği gibi gibidir artık. Bir su zerresi bile anında soldurur hayatı. Bilirler ve öyle yürekten söylerler. Ayrı bedende tek yürek olarak söylerler. Ve oylede olur. İbrahim ferrer çeker gider. Omara şimdi tek başına söyler dos gardenias’ı. Bir başka hüzün ve özlemle. Hayattır işte bu.. Ne zaman izlesem o sahneyi etkiler ilk günkü gibi. Hayat bu kadar sahicidir o düetle . Oysa yabancılaşan hayatın sahiciliği ne kadar hazin. Yine öylesine bir gündü alışveriş merkezindeki bir elektronik mağazası. Yaşlı bir kadın girdi içeri . Satış elemanı kızla karşılaştı.

“ay canım canım. Çok özledim . nasılsın sen”

“ayy canıım bende çok özledim.”

Sarıldılar birbirlerine. Yaşlı kadın kızına sarılır gibi sıkı sıkıya kucakladı. Satış elemanı kız da sarıldı ama bir gözü şefinde. Hani diyor ki, “ bak bak. Müşteriler beni ne kadar seviyor” yaşlı kadın daha bir sarıldı.

“görmüyorum sizi nerelerdesiniz”

“ sorma kızım. 3 ay hastanelerde süründüm. Sonra da huzur evine bıraktı kızım beni. Hasta halimle nasıl ilgilensin. 6 aydır huzurevindeyim. 4 aydır görüşmüyoruz. Bugün buraya gelecekti ,buluşacaktık. Ama işi çıktı gelemedi. Bende buraya uğradım”

“ne iyi yaptın burnumda tüttünüz vallahi. Çok özledik”

“saol canım benim. Ziyaretime gelirsin. Gelirsin değil mi”

Bu arada şef başka bir müşteri için yan tarafa geçti. Bıraktı o anda yaşlı kadının elini ve hemen şefin göz alanına giren bir başka müşteriye kollarını açarak koştu. “vaay vaay efendim. Hoş geldiniz. Nerelerdesiniz. Özlettiniz kendinizi.....”