15 Mayıs 2009 Cuma

Bu işte bir ineklik var !

Vay... vay...vay ki vay. Gülsüm İnek böyle inletti beni. Hani şu Atatürk büstünü kırıp sürgüne gönderilen sonra da satılan Gülsüm inek. Olayı bilmeyenler için kısa bir özetliyeyim önce. Gülsüm inek otlamaya çıktığı sırada sahibinin elinden fırlayıp gidiyor. İnek de olsa özgürlüğün keyfiyle lay lay lom dolaşıyor. Destursuz ilkokul bahçesine girince olan oluyor. Gülsüm inek atatürk büstünü kırıyor. Bak şimdi yazarken aklıma geldi. Acaba başkaları kırıp Gülsüm ineğin üstüne atmış olabilir mi. Bir köylü kurnazlığı mı acaba. Neyse bırakalım bu komlo paranoyaklığını işin özüne demir atalım. Velhasıl büst kırılıyor. Sahibi durumu öğreniyor. Köyde herkes şaşkın. Bir de soruşturma başlayınca , Gülsüm ineği uzak bir köye sürgüne yolluyor. Kendi, ağzından açıklaması da aynen şöyle. “Her gün yaptığı gibi otlaması için dışarı çıkardığım inek elimden kaçarak uzaklaştı. Yakalamak için peşinden gittiğim sırada okulun öğrencileri ineğin bahçedeki büstü kırdığını söyledi. Olaya çok üzüldük. Ardından büstün kırılması nedeniyle soruşturma başladığını duyduk. Köye gelerek ifadelerimizi aldılar. Neredeyse tüm köylünün ifadesi alındı. Kabahatli olan bir hayvandı. Kasıt olmadığını söylesek de köylüler bizim ceza alacağımızı söyledi. Bu nedenle korktuğumuz için soruşturmaya sebep olan inekten kurtulmaya karar verdik”

Hadi bakalım 15 puanlık uzman sorusu şu. Gülsüm ineği hangi zihniyet sürgün etti? Yanıtlar muhtelif olacak. Hiç derdim değil. Koca Atatürk’ün yarattığı ülkeye bak. Totaliter rejimlere bile rahmet okutacak korku imparatorluğuna bak. Atatürkçülüğü putlaştıran zihniyetin yarattığı tabloya bak. Bak oğlu bak. Trene bakar gibi bak. Oysa Gülsüm inek inekliğinden kırıyor. İnek işte. İnekliğin lüzumu var mı? Gülsüm inek’in sahibi korkacağına sadece üzülmeliydi. Ona bu ülkeyi bahşeden adamın heykeli kırıldığı için. Köy ahalisi toplanıp korkudan değil sevgiden yeni bir heykel kondurmalıydı okul bahcesine. Sözün özü şu: korkmak yerine sadece üzülmeliydi. Ama bize hep korkmayı öğretiyorlar sevmeyi değil....

12 Mayıs 2009 Salı

Entelektüel dingil olur mu?




Olur niye olmasın. Hem de öyle bir olur ki tüm dingil alemi şapka çıkarır. Neden bunu söylüyorum. Türkan Şoray’ın bir açıklamasını gördüm. O ki bu ülkenin ‘Sultan’ lakaplı tek oyuncusu. Benim gibi sinema dilencilerinin en fedakar ve cömert sadakacısıdır. Diyor ki: ‘Televizyonda en çok filmi oynayan sanatçı olarak Kemal Sunal birinci; ikinci ise benim. Entelektüel kesimin, ‘Ayy Türk filmi mi, leblebi çekirdek işi’ gibi bir takım yorumları oluyor. O filmleri böyle küçümsemek ne büyük haksızlık. 20 sene önce çekilen filmlere bakıyorum, sıcaklık var, samimiyet var. Sinema zaten yaşadığı dönemin aynasıdır.’ İşte ben de Türkan Şoray’a bunu hissettirenler için dingil diyorum. Oysa Türkan Şoray’a iyi ki varsın duygusunu yaşatmaktır esas olan. Onu küçümseyerek entel dantel takılmak değil.

okkalı beddua böyle olur!


Bir işinize yarar mı bilmem ama Urukların aslanı Gılgameş’ın hayatını anlatan kitaptan bir alıntı. Enkidu, kendisini aldatan kadına diyor: ‘Av çukurlarına zehirli yılanlar doluşsun ve ağlarını aslanlar parçalasın. Beni süzen gözlerine lanet olsun. Bana seslenen diline lanet olsun. İsmin sonsuzluğa dek unutulsun ve gözlerine kötü bakışlar yerleşsin, öyle ki herkes senden korksun ve kaçsın. Sonsuzluğa kadar acı çekmeni sağlayacak bir kader diliyorum sana. Lanetim bir gölge gibi seni hep takip etsin. Asla kendi evinin kadını olamayasın ve asla kendi bedeninin meyvesi olan bir çocuğu sevemiyesin. Şeytanlar ırzına geçip hamile bıraksın seni. Şehrin lağımından akan su içeceğin, tarlaya atılmış gübre yiyeceğin olsun. Sokaklar evin olsun, kapı eşikleri veya duvar dipleri yatağın olsun. Dikenler ayaklarını parçalasın. Yaşam boyunca, düşüp kalktığın dilencilerin artığı olasın’

8 Mayıs 2009 Cuma

ÖSS Duvarı Yıkılsın!


Hayatın tek bir sınava bağlı olması korkunç bir şey. Artık bu işkence bitmeli. Koca bir hayat tam üç saate bağlı. Şıklar arasında doğrusunu bilirsen yeni bir hayat, bulamazsan hayatın darmaduman. Bundan daha berbat bir şey var mı? Gencecik yaşlarda omuzlardaki bu yük fena ağır. Erken yaşlandırıyor gençleri. Yüzü genç yüreği yaşlı çocuklarımız bu yüzden var. ÖSS’nin varlığı da yapısı da uygulaması da insani değildir. O yüzden derhal ÖSS duvarı yıkılmalıdır. Denilecek ki ‘E peki nasıl olacak bu üniversite işleri’. Kolay. Bütün üniversitelere hazırlık sınıfı konulur. Hazırlık sınıfında başarılı olan devam eder. Başarısız olan hazırlık okumaya devam. 2 yıl hazırlıkta başarılı olamayana yolverilir. E çünkü o odun kafa okumayacak belli. ‘İyi de para işi nasıl olacak’ diyenlere kapak gibi bir çözüm daha sunayım. Bu dershanelere akıtılan trilyonun onda biri bile yeter. Hazırlık sınıfının harcı çimentosu normal okullara göre biraz tuzlu olacak haliyle. ÖSS duvarı yıkılsın derken bölücülük olsun diye demiyoruz. Var bi maarif bildiğimiz. 2007

Pardon Tuğba Özay fikir suçlusu muydu?


Bu işe itirazım var. Sanki kadın fikir suçlusu. Mandela mübarek. Cezaevindeyken özel röportajlar, özel ziyaretler hani cezaevi diyorsam, Paşakapısı raconda Hilton diye bilinir. Aman Allah’ım ne eziyetler çekilmiş ne acılar yaşanmış. İyi de be insan evlatları Tuğba Özay hangi suçtan cezaevine girmişti? Hatırlayan ve hatırlatan yok. Altından da olsa cezaevi cezaevidir. Eyvallah. Ama biraz da izan yahu. Tuğba Özay çeteye yardım ve yataklık suçundan cezaevinde yattı. Bu ağır bir suçtur. Tabi ki cezası da vardır. Sanki maharetmiş gibi yansıtmak doğru değil. Kitap da yazmış hanımefendi. Adı ‘Bedel’. Gece vakti cezaevi avlusunda nasıl banyo yaptığından, üstsüz güneşlenme denemesine kadar hepsi tekmil-i birden var. Birileri bizi fena yiyor yahu. basın bülteni gazeteciliğinin sonu budur. Piarcılar karşısında Bu kadar sazan olmak da insanlığa hakaret artık.

Trene bakar gibi Vandallara bakmak


Düşünüyorum taşınıyorum bir türlü sağlam bir gerekçe bulamıyorum. Neden tarihi eserlere bu kadar düşmanız? Bu soru fena halde kafamı kurcalıyor. Tarihi eserler emanet mi miras mı meselesini yazmıştım. ‘Miras tüketilebilen, harcanabilen bir şeydir. Emanet ise korunması gereken bir değerdir’. Sadece bu yeterli bir argüman mıdır emin değilim. Başka bir şey var. Vandalizm’den de öte bir şey. Ne olduğunu bilmiyorum sadece fikir yürütebilirim. Belki de tarihimizden gelen geçmiş inkarcılığı bunu sağlıyordur. Ya da yağmacılık üstüne kurulu düzenin modern zamanlara tezahürüdür kim bilir? Kültürler beşiği Anadolu’ya bakmak yeterli. Dokunmanın bile yasak olması gereken tarihi eserlerin üstüne binalar yapılıyor. Kırılıyor, dökülüyor, yok ediliyor. Aklım almıyor hakkaten. Eski uygarlıkları ellerinde fırçalarla yıllarca titizlikle ortaya çıkarmaya çalışan arkeologlar mı çok tuhaf. Şunu kim nasıl izah edecek. Siyasetçilerin, bürokratların, çevrecilerin alayına söylüyorum. Turgutreis’te Karya uygarlığından kalma yüzlerce yıllık kaya mezarlarının üstüne villa yapıldı. Ne yapacaksınız merakla bekliyorum. Bir kez olsun bir ibret lazım. Bir kez olsun be, bir kez.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Bir mesel: İlm-i siyaset


Vakti zamanında bir medresede şeyhin öğrencisi varmış. Şeyh bu öğrencisini sever ve hayata hazırlarmış. Yıllar birbirini kovalar öğrenci tefsiri yalar yutar, fıkıhta 10 kaplan gücünde olur, tefekkürde her merhaleyi başarıyla geçer. Bir gün öğrenci şeyhe gelir ve şöyle der: “Destur verin efendim ben gideyim öğrendiklerimi insanlara anlatayım hak yolunda hizmet edeyim.” Şeyh der ki “Oğlum daha hazır değilsin. Hazır olman için ilm-i siyaseti bilmen lazım.” Öğrenci şeyhin söylediklerini anlamaz. Gitmek için izin ister. Şeyh kerhen de olsa destur verir. Öğrenci ilk olarak bir köy camine gider, bakar burada bir imam, ne öğrendiyse, doğru ne bildiyse tam tersini söyler. Araştırır sorar imam da her yol vardır. Hangi melanete dokunsa altından bu imam çıkar. Öğrenci bir gün, imam vaazını bitirir bitirmez yüksek sesle cemaate seslenir: “Ey cemaat bu gördüğünüz imam yalancıdır. İki yüzlüdür. Dinimiz adına söylediği her şey yalandır. İnanmayın.” İmam bakar durum fena halde zordadır “Ey cemaatim. Sizlere dün demiştim bir şeytan gelecek aramıza husumet sokacak. Bizi birbirimize düşürecek. İşte o şeytan bu adamdır. Her kim ki sakalından bir kıl koparır cennetliktir” der. Cemaat dalar öğrenciye parça pincik eder. Sakalını tek tek yolarlar. Kan revan içinde canını zor kurtarır. Bitkin ve bitap şeyhin huzuruna varır: “Ey şeyhim. Ben ne dediysem Allah şahit hepsi doğru, o imamın söylediği yalan. Ama onu dinlediler beni linç ediyorlardı. Bu ne menem iştir.” Şeyh sakalını sıvazlar ve “İlm-i siyaset evlat. İlm-i siyaset” der. Ve öğrenci huzurda kalır ve öğrenmeye devam eder. Ta ki bir gün şeyh “Hadi evlat artık sen tamamsın. Var hak yolunda hizmet et” diyene kadar. Öğrenci alır çıkınını düşer yola ve tebdil-i kıyafetle aynı köye ve camiye gelir. İmam yine vaazını verir. Vaaz bitince öğrenci kalkar ayağa “Ey cemaat şu görmüş olduğunuz imam eşsiz bir insandır. Yüce insandır. Onca umman gezdim böyle değerli bir insan görmedim. Her kim ki onun sakalından bir kıl koparır cennetliktir” der. Cümbür cemaat herkes atlar imamın üstüne. Sakalını tek tek yolarlar. İmamı tarumar ederler.

Ferhan Perinçek ya da Doğu Şensoy


40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Ferhan Şensoy, Doğu Perinçek olacak Doğu Perinçek, Ferhan Şensoy olacak. Ama oluyor işte. Değişen Türkiye’de sabun köpüğü kültürün baş tacı edilmesinin Ferhan Şensoy gibi bir sanatçıyı yaralayacağı açık. Buna itirazım yok. Çehov’u yiyip bitireceksin bir de onu lazlaştıracaksın bu her babayiğidin harcı değil. Amma bu bilgeliğin karşılık bulmadığı yerde tutup memleketi askere havale edeceksin. İşte bu Ferhan Şensoy’u fena halde tüketti nezdimde. Hayata kafa yoran bir sanatçının en kolay ve antidemokratik bir yolu önermesi fena bir savrulmadır. Cem Yılmaz’ı hiç izlememekle övünmeye benzemiyor rejimin bekçiliğinde Doğu Perinçek’le yarışmak. Doğu Perinçek ise balık hafızası toplumlarda Lozan kahramanı olur. Hafızası cillop gibi olanlarda ise savrulacağı yer stand-up’tır.

Bir daha çal Deli Selim


Ne zaman hayatın üstüme üstüme geldiğini hissetsem imdadıma Deli Selim yetişir. Dara düştüğümde, gırnatasında dünyayı oynatan Deli Selim’e sığınırım. Tıkanan yaşam damarlarımı açar, nefes alırım onun nefes verdiği gırnatasıyla. Hayatı gırnatanın nağmelerine bırakırım, akıp gider her türlü kirlilikten uzak. Yaşama sevinci kaplar içimi. Kıvrak nağmelerin ritmine uyum sağlamaya çalışırım ağır aksak. Ne çok isterdim bir çingene gibi oynamayı. Ama ruhum çingene olur Deli Selim’le. Coşarım içim içime sığmaz. Deli Selim’i anlatmak isterim herkese. Şatafatlı sahneler yerine tercih ettiği çilingir sofralarını, kazandığı bütün parayı herkesle paylaştığı için adının başına deli eklendiğini, 52 yaşında bu hayattan sadece ardında gırnatasını bırakıp çekip gittiğini anlatmak isterim. Ama anlatamam ki reddetmenin yüceliğini, sunulan her şeyin kabul gördüğü bu hayata. Anlatamam ki ıskalanan bir değeri, her şeyin değersizleştirildiği bu hayata. Bu yüzden hayata dair pek çok şeyi anlattığını sanan bir adamın (bizzat kendim) çaresizliğidir de Deli Selim. Dara düştüm yine Deli Selim. Hadi oynatalım dünyayı gırnatanın ucunda yine. Çal sen aldırma bana... Hem hüzünlenirim hem de coşarım ben. Sen yeter ki çal Deli Selim çal...

4 Mayıs 2009 Pazartesi

George Habaş’a selam olsun




Koca bir lider. Filistin direnişinin önderlerinden. Filistin halkının El Hekim’iydi o. 81 yaşında göçüp gitti bu dünyadan. George Habaş ‘Esir düşmekte değil, teslim olmamakta tüm mesele’ diyebilecek kadar yiğit biriydi. Birgün’den Barış İnce ardından yazılabilecek en iyi yazıyı yazmış. Onun dışında da bir şey pek göremedim. Nerdeyse yok sayıldı. İbrahim Karagül’ü aradım. ‘Bu kadar sessiz mi uğurlanmalıydı’ diye sordum. O da katıldı. Eminim ki son nefesini verdiğinda Gazze’de açlık ve sefalete terk edilen çocukları düşünüyordu. Durmasa kalbi yine çıkacak sokaklara haykıracaktı: ‘Dişlerimle savunacağım, yurdumun her karış toprağını, dişlerimle. Başka yurt istemem onun yerine, assalar damarlarımdan beni istemem gene. Buradayım hala, yıkamazlar beni. Ne kadar çarmıh yükleseler omuzlarıma, buradayım hala. Tutarak sizi... Tutarak. Tutarak avuçlarımda. Dişlerimle savunacağım yurdumun her karış toprağını. Dişlerimle

Avukatlar müvekkil holiganı olmak zorunda mı?




Türk filmlerinin klişesidir. Avukatlar hırtın, hırlının, hırsızın, kaçakçının, deyyusun yani bilumum makbul olmayanın yanındadır. Onların yasadışı işlerini legal hale getirmek en önemli görevleridir. Patronlarının çantacısı muamelesi görürler. Bu abartılı bir film karakteridir. Ama hayatın içinde de garip bir rol alışları var. Geçenlerde bir mafya liderinin gizli kamerada kafaların güzel olduğu anda söylediği ‘Hadi avukat sen de oyna’ lafı üzerine avukatın döktürmesi de film karakterlerine rahmet okutmuştur ya neyse. Lafı döndürdüm biraz üstünüze afiyet, geleceğim yer Hrant Dink davası. Bu davada sanık avukatlarının davranışının başlı başına mercek altına alınması lazım. Her duruşmada arıza çıkarıyorlar. Nerdeyse silahı çekip orada olan herkesi kuşuna dizecek kadar öfke sahibiler. Savunmak başka şey holiganlaşmak başka şey. İşte bu holiganlaşmayı acayip buluyorum. Müvekkil holiganlığı üzerine avukatların kafa yorması gerekiyor. Mesleki deformasyon denilen şeyden avukatlar da sıyrılamıyor. Savunma hakkı asla ve kata müvekkil holiganlığını meşru kılmaz. Savunma hakkının bu kadar erozyona uğraması hepimiz için felakettir.

Yeni araba kokusu


Üste başa sıkılacak meret değil. Zaten öyle bir koku henüz üretilmedi. Diyelim üretildi diyelim angutun biri üstüne sıktı ‘Hiişşt birader yenisin galiba. 0 kilometre lan bu. Gel bakayım buraya’ denirse hemen kaç. Benden dost uyarısı. Zaten insanda nasıl olur değil derdim. Ama bu meret arabada olunca fena halde keyif verici. Kime sorsam ‘abi hastasıyım’ diyor. Söylemesi ayıp bende severim yeni araba kokusunu. Başka bir keyif veriyor. Biraz araştırdım ne mene bir şeydir diye şu çıktı özet olarak; ‘Bu koku, boya ve boyadan önce kullanılan astar boya, konsolda, pencere ve kapılarda kullanılan lastik ve plastik malzemelerin kokularının bir karışımıdır. Bunlara yapıştırıcıların, izolasyon malzemelerinin, koltuklardaki kumaşın, deri parçalarının ve döşemelerde kullanılan vinilin kokuları da karışır. Ortaya çok özel ve taklidi imkansız bir koku çıkar.’ Taklidi gerçekten zor mudur? Hani hamsiden kolonya yapmış, en meşhur kokuları bir çırpıda taklit etmiş yurdum insanı bunu da yapar mı yapar. Yaparsa alır mıyım. Uçarım

Anti Semitik olmadan anti Siyonist olabilir misiniz?


Soru çok şık ve gayet net. Bizim coğrafyamızda daha da anlamlı bu soru. Belki de gözyaşı ve kan topraklarında yani Ortadoğu’da yeni bir sürecin de habercisi olacak kadar önemli. Ya da bana öyle geliyor. Efendim bu soru da ahkam da şurdan çıktı. Amerika’nın lanetlediği dolayısıyla da Amerikaperverlerin hazzetmediği Mahmud Ahmedinejad’ın yönettiği İran var ya; İşte o İran’da ‘sıfır derece dönüş’ adında bir dizi oynuyor. Dizi dediysem bizdeki Binbir Gece, Kurtlar Vadisi, Yaprak Dökümü gibi izlenen bir dizi. Yani abartılı izleniyor. Bu dizide tema ‘Anti-Semitik (Yahudi karşıtı) olmadan, anti-Siyonist olabilirsiniz’ üzerine kurulu. Mevzusu ise bildik . II. Dünya Savaşı sırasında Paris’te görev yapan bir diplomatın Nazilerin soykırımından kaçmaya çalışan Yahudilere yardımını konu alıyor. Mahmud Ahmedinejad’ın ‘İsrail haritadan silinmeli’ sözlerini de anımsarsak durum daha da aydınlatıcı olacak. Demem o ki Ahmedinejad’ın göz yumduğu açılım bazen örtülü bazen de alenen faşist Hitler’i sırf antisemitik oldukları için destekleyen gaddarların beyin loplarına etkisi olur. Halklara düşmanlık yerine, yönetimlere ve politikalarına tepki belki de barış denen güzelliğe yeni bir şans verir. Kimbilir!