16 Nisan 2009 Perşembe

Sen gittin ya Dost


“Sen gittin ya”. Giden birinin ardından yazılacak yazıya hep bununla başlamak isterdim. Oysa şimdi ne zor ‘sen gittin ya Dost’ demek. 15 yıl önceydi. İki aylık bir şeydin. Koynumda taşımıştım seni. Sarılmıştın bana. O gün bugündür hiç bırakmadın. Hep sarıldın. Ben koşulsuz sevmeyi senden öğrendim Dost. Sevgi adına ne çok şey öğrettin bana. Hoş, herkesçe böyle sevilmek istedim ya olmadı be canım Dost’um olmadı. Biliyorum ki yeryüzünde hiçbir şey senin gibi sevemez beni. Sevemezdi de zaten. Nankörlük etmeyeyim çok sevildim. Ama senin gibi sevmedi işte hiç kimse. Her ne olursa olsun giderken üzüldün, geldiğimde deli gibi sevindin. Köpekler böyledir işte. Ama her genellemedeki gibi tam doğru değil. Seninki bambaşkaydı. Sana bana özeldi aramızdaki bağ. Anlatamam ki. Deniyorum işte şimdi. Az buçuk kalem cambazlığım vardır bilirsin. Şimdi hepsi birbirine dolaşıyor. Kelimeler yetmiyor. Ya da ben iyice beceriksizmişim. Yazarak hafifler sanıyordum her acı. Öyle değil işte. Hep acıyacak onu da biliyorum. Hayat böyle derdim acısına ortak olduğum herkese. Biliyorum hayat böyle ama bu biraz fazla acı be bu hayat için. Zor yıllardı. En çok işsizliklerimde sevinirdin. Hep beraber olurduk. Gece gündüz. Şaşırırdın. Niye bu adam burada diye. Sonra anlardın sıkıntımı. Ne dışarı çıkalım diye şaklabanlık yapardın ne de canımı sıkardın. Uzun sürerdi işsizliklerim. Zordu. Ama senle kolaylardık o zorlukları. Para yoktu. Senin mamaya benim yemeğe ihtiyacım vardı. Bira şişelerini utana sıkıla zar zor satmıştım. Tavuk boynu alabilmiştim. En ucuzu oydu. Hala öyledir sanırım. Sadece sana yetecek kadardı. Severdin tavuğu ama yememiştin. Anlamış mıydın benim aç olduğumu hala bilmiyorum ama ertesi gün televizyonu satıp kendime güzel bir sofra kurana kadar yememiştin. Sana taş atan bi kaç zibidiyle takıştığımda nasıl da atlamıştın üstlerine. Beraber iyi benzetmiştik zibidileri. O neydi öyle. İnsan gibi aşık olmuştun. Raşa’yı hatırladın mı? Günlerce mecnun gibi gezmiştin. Evden kaçmıştın. Raşa’ların kapısında ağlarken bulmuştum seni. Aşk böyledir oğlum. Ağlatır. Bir kez seni çiftliğe bırakmıştım. Lanet tatil içindi. Geldiğimde ağlıyordun sarıldık beraber ağladık. Son kez sabaha kadar koyun koyuna yattık. Son anına kadar tuttum elini. Hep yapamam sanmıştım. Hep bu andan kaçmak istemiştim. Ama iyi ki kaçmamışım. Sen hep paylaştın hayatı benle bunun için yürekten teşekkürler. Hep yalnızdım ben. Ama o yalnızlığı sen olduğun için takmazdım. Şimdi yapayalnızım. İçten bakardın bana hep. Köpek bakışı zaten hüzünlüdür ama sen bir başka hüzünlü bakardın. Son anında baktığın gibi. O bakışın kaldı bende. Kocaman bir boşluk var. Anlatsam anlatamam ki. Söylesem ne diyebilirim ki. Sen şimdi yoksun. Tek gerçek bu. Benim buna alışmam lazım. Hepsi bu. Alışmam lazım. Ama nasıl. Nasıl….

10 Nisan 2009 Cuma

Ah benim 78'li yıllarım...


Müsadenizle 12 Eylül öncesine dönüyorum. Ne yıllardı ama. Kısaca 12 Eylül öncesi Türkiye’si. Heyecanın, kavganın, arkadaşlığın, paylaşımın değerini bulduğu yıllardı. Karadeniz’in yüksek rakımlı Aybastı ilçesinde başlayan sonra da sahil kasabası Vona’da bıyıkları terlettiğim yıllar... Kuşağımın adı 78... ucundan kenarından tuttuğum kuşak bu. Her şeyiyle böbürlendiğim 70’li yıllardan bugüne neler yitip gitmedi ki; büyülü fenerin ışığında ete kemiğe cıscıbıldak bürünen oyunculara hastaydım. Ne çok şey öğrendim onlardan. Arzu Okay, Zerrin Egeliler, Zerrin Doğan, Dilber Ay bir de Seyyal Taner... Nedense onu hafif meşrep bulurdum. İlk ölümcül kavgamı Arzu Okay yüzünden yapmıştım... Arzu Okay ‘kötü kadın’ diyen komşumuzun oğlunun kafasını kiremitle nasıl ikiye bölmüştüm?.. Sevdik mi ölümüne severdik o yıllarda. Latin Amerika’da fado, fiesta, futbol Türkiye’de seks filmleri furyası...

Tabi ki televizyon taammüden girmişti hayatımıza. Kahramanlarımı oradan seçerdim. Zengin ve Yoksul’un Tom’u benim favorimdi... Tom rolünde Nick Nolte oynardı. Ama o faşist Falconetti adisi kabus gibi çökerdi hayatıma... Cehennem Sıcağı’nda Ben Quick’le maceradan maceraya koşardım... Dallas’ı ıskalamak olmaz... Herkes Ceyar’a kıl oldu o dizide ama ben Pamela’ya beddua ediyorum... Bütün kadınların Pamela gibi olduğunu sanıyordum.. ama heyhat gel gör ki kadınların Sue Allen olduğunu öğrendim... Hem de ne öğrenme...

O yıllarda silahlar hiç kına girmezdi... Barut kokardı insan bedenleri resmi ya da gayri resmi kurşunlarla ama düdüklü tencere faciaları ne çok vardı... Komşu mutfaklardan yükselen dumanlar ve yüzü gözü yanmış teyzeler, ablalar koşardı dışarıya doğru... Hastane ve sağlık ocaklarının kayıtlarında düdüklü tencere kıyımı kayıtları için yer kalmazdı... ‘Bir maniniz yoksa annemler size gelecek’ ön duyurusuyla gidilen ev ziyaretlerinde, mutfak tavanlarından mönü bulunurdu... Mutfak tavanlarında düdüklü tencereden fırlayan yemeklere bakıp ne yiyeceğinizi anlayabilirdiniz...

Hoower marka çamaşır makinesinden çıkan ayranın tadı Susurluk’ta bile bulunmazdı.... Hoower firması, çamaşır makinesi satışında Türkiye dünyada birinci sıraya yükselince ne çok şaşırmıştı.. Yapılan araştırmalar sonucunda küçük çamaşır makinelerinin ayran yapımında kullanıldığını öğrenince ne yaptılar onu bilmiyorum... Bunca sancı ve hezeyana rağmen hala bir maniniz olmazsa ‘Ah benim 78’li yıllarım’ devam edecek.

Ah benim 78'li yıllarım (2)


‘Mahalenin afili abileri’ vardı. Hem de çok... Zaten futbol bugünkü gibi ilgi görürdü ama daha naifdi. En azından köle ticaretine ve rant savaşına dönmemişti. Hala birçok şehirde Arjantin 78 birahaneleri vardır. Arjantin’in Kempes’in muhteşem golleriyle kazandığı dünya kupasından sonra Türkiye’nin dört bir yanında Arjantin 78 adlı birahaneler türemişti.. Brezilyalı değil de Arjantiliydik cümleten.

Ama ne şanssız kuşakmışız yahu. Teniste bizim şansımıza Navratilova düşmüştü. Yıllarca Navratilova’yı izledik. Ne efsaneler türemişti Navratilova için. Hatta pipisini gördüm diyen bile çıkmıştı. Oysa şimdiki nesile bak, onlara Kournikova olmadı Sharapova düşüyor.. Çok çileler çektik biz çook....

Bizim neslin beyni sabun darbeleriyle zedelendi... O yıllarda ailecek banyo günleri olurdu... Pazar günü banyoda ya da evin ortasına konan leğende yıkanırdı çocuklar... Pazar günü aynı zamanda çamaşır ve temizlik günü de olduğu için anneler bir an önce bitsin diye sıcak, soğuk demeden kafadan boşaltırdı suyu. Bağıran çocuk ise kafasına yerdi kocamadan hacı şakir kütlesini... O nedenledir ki kafadan darbelidir bizim nesil... Kenan Evren’in darbesi ise ruhları öldürdü önce. Bundandır şimdiki ruhsuzluk.

Ne çok severdik reçeli, salçalı ekmeği. Öyle sofrada değil, masada değil. Kaptım mı reçelli ekmeği doğru sokağa... Dikkat anne terliği geliyor...

Ah benim 78'li yıllarım (3)


...Ah o anne terliği. İnanılmazdır isabetleri. Bilmiyorum, o zamanın annelerini gizli bir keskin nişancı hücre evinde mi eğitiyorlardı. Her mesafeden her açıdan bu kadar mı isabet ettirilir. Ben yaşlardaki herkese mutlaka anne terliği isabet etmiştir. Neyse ki o yıllar şimdiki gibi değildi de ‘en iyi terlik atan anne’ yarışmaları kimsenin aklına gelmezdi.

Ben o yılların Sümerbank ayakkabılarına ifrit olurdum. Yahu kardeşim bir ayakkabı bu kadar mı kaba, bu kadar mı çirkin, bu kadar mı hain olur. 5 kilometreden bağırırdı ayakkabı sanki ben Sümerbank iskarpiniyim diye. Mecbur giyerdik, ayakkabıyı saklamak için yapılan her türlü cambazlık bana mısın demezdi. Kabak gibi ortaya çıkarırdı dargelirli halimizi. Sahi bu ayakkabının tasarımını yapan yaşıyor mudur? Valla hırsım hala devam ediyor, görsem kesin kafa atarım.

Tabi yüksek bel pantolonlar da aynı. Bir de kazaklar pantolonun içine atılırdı. Öfff be. Ne berbat olurdu bünye pantolon içindeki kazakla. Ama moda öyleydi kardeşim. Fil kulağı gibi kravatlar, köşeyi senden önce dönen İspanyol paçalar...


Kalın kitap okurdu bizim nesil. Bir yan da das kapital diğer yanda çizgi roman. Çoğu zamanda das kapital arası cizgi roman. Evde baba şamarına karşı da ansiklopedi arası çizgi roman. Zaten hayatı da öyle yaşadık. benim adamım mister no idi. afralı tafralı tanrı gibi kahramanlara karşı anti kahramandı mister no. sarhoş olup kusar, dayak yer beceriksizlik yapıp uçağı düşürürdü. Sonra Don Kişot'la yel değirmenlerine hucum ettik, martı ile gökyüzüne yükseldik. ne zaman ki ayaklarımız yere basacaktı 12 eylül cıdıklarına düştük....


8 Nisan 2009 Çarşamba

Sinemanın afili abisi: Erkan Can


‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ın ‘Torba Suat’ıydı. Hayatın fena halde futbola benzediğini ‘Beni çok derin kazıdılar be abi... Ama altından sarı yeşil çıktı’ sözleriyle içimize kazımıştı. Fena halde galizdi küfürleri. İşitince maymun mabadına çevirir adamı o küfürler ama bir başka duruyordu kaptan Erkan Can’ın ağzında. ‘Gemide’de Kaptan rolüyle solo bir manifesto yazmıştır kendileri. Zaten kallavi bir filmdir. O ayrı. ‘Takva’nın Muharrem’i derseniz ben ne diyeyim ki almadık ödül bırakmadı. Kısa rollerde bile nasıl devleştiğini ‘Anlat İstanbul’ ve ‘Yazı Tura’da göstermiştir. Kısa filmler içinde de ‘Bana old and wise çal’ ve ‘Pamuk Prenses 2’de ‘Kısa’dan Hisse’ almamızı sağlamıştır. Bu ülkede sinema dilencileri adına söylenecek tek şey var Erkan Can için: İyi ki varsın.

Kuzine sıcaklığı ve IPhone kolaylığı


Hayatı nasıl da kolaylaştırırdı. Çocukluğumun sıcak gecelerinin baş aktörüydü kuzine. Tek kelimeyle muhteşemdi. Ana sıcaklığı kıvamında ısıtır. Üstünde yemek pişer, çay demlenir, kestane kepap yapılırdı. Fırında önce patates kızartılır (ki o kızartmanın tadı hala damağımdadır) sonra da anne pandispanyası. Benim süper kahramanımdır kuzine. Hala kullananlar varsa onlara selam olsun. Malum deşifre ettik kendimizi. Kuzine çocuğuyuz. Üstümüzde kuzine isi var, Ayşe teyze ciflese beyaz sınıfına sokamaz ya neyse, şu IPhone denilen meret de kuzine kadar kutsal olacak nezdimde. O ne be kardeşim. Hem laptop kıvamında, hem telefon, hem fotoğraf makinesi, hem mp3 çalar, hem navigatör, hem de oyun aleti. IPhone mereti ile yapılamayacak bişi yok gibi. İster sohbet et, ister internette fink at isterse youtube manyağı ol. Ya da ‘facebook’ta sanal sosyalleşme delisi. Sanırım IPhone’dan önce ve sonra diye bir milat olacak. En kısa sürede edinicem bir tane. O zaman daha fazla imrendiririm. Baktım öyle olmadı kodum mu duvara pertphone.

Bayrak mı rant mı göndere çekiliyor?


Konu fena halde bıçak sırtı. Hele bi de yaratılan neomilitarist dalga içinde bir anda vatan hainliği damgası insanın alnının ortasına Kızılmaske mührü gibi yapışır maazallah. Ya da ‘O bayrak direği.....’ diye galiz ve primitif bir tepki. Eyvallah ama şu bayrak mevzusunda kafamı kurcalayan acayip şeyler var; ortada bir Bayrak Kanunu var mı? Var. Hem de adı sanı böyle. 5993 Sayılı Türk Bayrağı Kanunu. Yasalara herkes uymalı mı? Koro halinde evet sesi gelir sanırım. Şimdi sorularım geliyor. Neredeyse her eve dikilen devasa bayraklar da bu yasaya uyuluyor mu? Yasanın 3.maddesi ‘Bayrak, kamu kurum ve kuruluşlarıyla yurt dışı temsilciliklerine ve kamu kuruluşlarıyla gerçek ve tüzel kişilerin deniz vasıtalarına çekilir. Yurt içinde ve yurt dışında yetkililerin araçlarına takılır. Bayrak çekilirken ve indirilirken tören yapılır. Bayrak törenlerinin gereken biçimde yapılmasından o mahaldeki yetkili amirler sorumludur’ böyle diyor. Uyuluyor mu? Uyunuyor mu? Uyutuluyor mu? Bu devasa direkli, rüzgar destekli bayrakların maliyetini de yazayım. Direklerin maliyeti 15.000 YTL ile 20.000 YTL arasında. Bayrak ise minimum 300 YTL. Normal aylarda bu bayrak ayda yağışlı havalarda ise haftada bir değiştirilmek zorunda. Direği diktin sonra bağımlısın.

................./...............

Bayrak mevzuna destursuz girince beklediğim oldu. Bazılarının ‘O bayrak direği var ya...’ diye başlayan sevgi sözlerini aynen iade ederim. Hatta bilmukabele. Durum buysa hiç merak etmeyin bilen bilir 10 kaplan gücünde olurum. Ben asabımı bozan durumu izah etmeye devam edeyim. Devasa direkli bayrakların aslında kanuna aykırı olduğu herkesçe malum. Yasanın 12. maddesi ‘ Kurtuluş ve Atatürk’ü anma günleri dışında, bayrak çekilmesi veya konulması mahalli mülki amirinin müsaadesine bağlıdır’ diyor. Yine yasada ‘Eskimiş, solmuş, yırtılmış ve kullanılmayacak duruma gelmiş bayraklar, yok edilmek üzere Sümerbank kuruluşlarına teslim edilir’ maddesi var. Sümerbank mı kaldı artık. İyi ama yasa böyle. Şimdi bu bayraklar nasıl yok ediliyor. Bunun nizamı ve uygulması nedir? Bir de bu bayrak donatma işi psikolojik baskıyı da beraberinde getiriyor. Yani bayrak dikmeyene yan bakıldığı için durumdan vazife çıkaran bayrak çekiyor. Hatta kıllanmaya başladım bayrak altında halt karıştıranlar da var mı? İkitelli tarafında dalgalanan bayrak çamur içinde. Birçok yerde aynı şekilde. Kimin ne hakkı var al bayrağımızı çamur içinde gönderde tutmaya. O zaman yapılacak belli. Ya yasa değişsin ya da var olan yasa uygulansın. Hiç kimsenin kurnaz müteşebbislerin rant hırsına, bayrağı kurban etmeye hakkı yok. Haddi de yok.. O kadar.

Mahallenin şık abileri ve tiki kardeşler paradoksu

Üzerinize afiyet şu mahalle işine taktım bu aralar. Mahalle kavramının yitirilmesi bende ölüm sessizliği yaratır. Mahalle ölürse bir kuşağın da mezartaşları dikilmiş olur. Hatta ‘bu ülke’nin genleriyle oynanmış olur.Yahu tamam. Afilli cümleler, anaforlar, metaforlar yaratmanın alemi yok aslında. Ben mahalleyi kutsayanlardanım. Kuzine isinden sonra paçamıza mahalle çamuru da bulaştığını açıkladım ya artık bakalım ne olacak. (Olsun gözüm olsun. Ne olacaksa olsun) Demem odur ki mahalle kavramına fena halde ihtiyacımız var. Tamam İstanbul kavgamın şehri değil neoliberal dalganın şehri oldu ondan böyle mahalle edebiyatı yapıyorum. Kesinlikle. Ama şu alışveriş merkezlerinin durumuna bakınca içimden başka şey gelmiyor. Aynı bölge içinde Akmerkez, Kanyon, Metrocity, İstinyepark ve Cevahir Alışveriş Merkezleri var, maşallah hepsi de istif istif vatandaş dolu. Her mahallede kallavi alışveriş merkezleri yapılıyor. Sosyolojik olarak da bir dönüşüm yaşanıyor. Mahallenin şık abileri birer birer kayboluyor, tiki kardeş sayısı artıyor. Belki de güzel abilerimizden Arif Erkin’in ‘Çocuklar tavuk yiyor ama tavuk görmeyen bir nesil yetişiyor’ dediği için ben böyle Emrahvari içlendim. Ya da gidecek mahallem kalmadığı için alışveriş merkezlerine sığınmamdandır. Kimbilir!

‘Uğurlar ola ekmekçi baba’

Savaş Dinçel. Büyük oyuncuydu. Büyük Fenerbahçeliydi. Ne desem boş. Huzur içinde yatsın. Bir kez daha izledim o gidince ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı.. Ve o can alıcı diyalog:

Torba Suat: Niye böyle oldu be abi? Ben çok sevmiştim be abi. O kadar mektup gönderdim insan bir cevap yazar. Benim günahım ne be abi?

Hacı: Bak koçum! belli olmuyor ama benim bir tek kulağımın arkası kaldı. Artık acı çekmekten ve acı çektirmekten zevk almamayı öğrendim. Sevgililer... heh! bizim olanlar ya da olmayanlar... Hepsi iz bırakır. Bu izler şimdi seninki gibi çok derinini çiziyor. Hepsi kalır! ama inan yeni izler de olacak. Yaşlıları düşün... Sanki her şeyi bilirlermiş gibidirler. Ama öyle değil. heh!.. ne kadar acı çekersen çek şunu hiç unutma; çizilecek bir yer hep vardır ve çizecek bir yer... Ressam olur insanlar başkalarının kalbini kazıya kazıya, ya da resim olurlar senin gibi; kazına kazına.

Torba Suat: Beni çok derin kazıdılar abi... ama altından sarı yeşil çıktı.

Futbolda Alex neyse basketbolda da Solomon o


Kaç kişiydiler ki zaten. İnceci denilen yetenekler. Ahir ömrümde yeteri kadar gördüm. Çünkü çok azdırlar. Platini, Oğuz Çetin, Sergen, Hagi, Maradona, Zidane. Şimdi de Alex öyle. Onlar başka dünyanın çocuklarıdır. Futbol denilen maskulen oyunun temaşa emekçileridir. En olmadık yerde öyle hareketler yaparlar ki hedonist yaparlar adamı. Her Fenerbahçe maçında Alex’i seyretmek böyle bir şeydir. Eduardo Galeano’nun dediği gibi ‘futbol dilencileri’nin kutsal ayaklarıdır onlar. Basketbolda da inceciler olurmuş. Fenerbahçe Ülker’in guardı Willie Solomon’u izlemek de büyük keyif. Alex’in asistleriyle Semih’in nasıl büyüdüğünü büyülenerek izlediysek Solomon’la da Fenerbahçe Ülker bir başka güzel. Biraz dağınık olmasa diyeceğim ama saliselerin bile film şeridi gibi aktığı bir sporda haksızlık olur, o asistleri yapmak kolay değil. Öyle zamanlarda öyle asistler yapıyor ki takım arkadaşları da benim gibi büyülenerek izlemese, katılsa sonuç daha farklı olacak. Solomon sayesinde bir futbol dilencisiyken basketbol dilencisi de oldum. Berhudar olsun...

Yeni ulusalcılık faşizmin yontulmuş halidir

Şunu anlarım. ‘Sen olamazsın’ diyenleri. Bu bir itirazdır. Karşı çıkıştır. İstememezliktir. Karşı koymadır. Şudur, budur. Ama ‘Sen olamazsın çünkü bizden değilsin’ işte bunu anlamam. Bunun adı tam anlamıyla faşizmdir. İster yontulmuş olsun ister olmasın. Açık ya da gizli. Faşizm, faşizmdir. Yaşadığımız günlerde kalpak-türban arasındaki düşük yoğunluklu çatışmanın altında aslında bu yatıyor. Hınçlarını kınlarından çıkaranlar karşılıklı aynı şeyi höykürüyor: ‘Sen olamazsın. Çünkü bizden değilsin.’ İyi de nasıl olacak. ‘Bizden değilsin’ diyenler arttıkça, istenmeyenlerin öfkesi de aynı şekilde artacak. Nacizane diyorum ki şu lavuk vampirlerin oyununa gelmeyelim. Ya şu YÖK kavgası. Bitecek gibi değil. YÖK’ün tarumar ettiği birçok kişi bile sırf neoulusalcılık akıma kapıldıkları için YÖKPERVER oldular. 1402’liklerin YÖK şövalyesi olmasını anlamak mümkün değil. Birileri de mevzi ele geçirme düşüncesinde. Hep şu rövanş kafası işte. Hep şu faşist kafa. Al birini vur ötekine...

Komünist ıstakoz yiyebilir mi?

Haber nefis. Görünce gözlerim ışıldadı. Şu haberi hemen vereyim sonra üstüne tepinirim. Efendim Almanya’nın sıkı solcularından Sahra Wagenknecht, arkadaşlarıyla çıktığı bir yemekte zengin yemeği sayılan ıstakoz ısmarlar. Istakozu mideye indirirken de Türkiye asıllı, Kürtsever Avrupa Parlamentosu üyesi Feleknaz Uca’ya yakalanır. Feleknaz Uca’nın fotoğrafı çekip ispiyon mekanizmasını devreye sokması ayrı bir tartışma konusu. Istakoz hazım edilir edilmesine de içine kurt düşer, bir kurnazlıkla Feleknaz Hanım’ın makinesini ele geçirip fotoğrafları imha eder. Sonra tartışma ‘komünist istakoz yer mi’de düğümlenir. Almanya tartışadursun da olaya serin bir analizle yaklaşayım sonra fena halde derin bir analiz yapacağım. 70’li yıllar olsa komünistin ıstakoz yemesi halt yemesi ile eşdeğer tutulabilirdi. Zamanın ekonomik koşulları, sert komünist iklim falan filan. Heyhat gel gör ki ıstakoz aslında bir simge, şekilcilik, dediğimi yap, yaptığımı yapma gerzekliği. Hayattan haz almamayı solculuk sanıp bir ikiyüzlülük göstergesi. Kafama göre bir liste yapacağım. Kimler gizlice ıstakoz yiyip soğanın cücüğü ile poz verir, kimler fetiş hale getirmeden ıstakoz yiyebilir ama komünist olabilir... Istakoz yiyebilecekler: Can Yücel, Ahmet Kaya, Ernesto Che Guevara, Murat Belge, Cem Karaca, Vedat Türkali, Mina Urgan. Soğanın cücüğü ile poz verecekler: Yalçın Küçük, Doğu Perinçek, Haydar Kutlu, Nikita Kruscev.

‘Çukulata da getir Mustafa’

‘Çukulata da getir Mustafa’ sözü bestesi babaanneme ait bir türkü. Çocukluğumun tenha sokaklarında, bu türkü kulaklarımda çınlardı. Babaannem beni özlediğinde ve bayram geldiğinde hep ‘çukulata da getir mustafa’ türküsünü söyler, hasretle beni beklerdi. Bayramın ilk günü koşardım babaanneme ama bir kez bile çikolata onun deyişiyle çukulata götürmeden. Ya çikolata alacak param olmazdı ya da son harçlığımı çikolataya harcamaya kıyamazdım... Oysa o bir kez bile ‘hani çukulata’ demezdi. Sadece hasretle sıkıca sarılır ve gözlerinden yaşlar süzülürdü. Büyüdüm ve uzak kaldım babaannemden. Hayatın içine daldım fütursuzca. Iskaladıklarım arasında onun olduğunu ise çok sonra fark ettim. Hayatın zor ve dolambaçlı yollarında törpülene törpülene, düşe kalka yol alırken hiç duymadım ‘çukulata da getir Mustafa’ türküsünü. Babaannem aklına düştüğümde, ıssız bir tepede yolumu gözleyerek ‘çukulata da getir mustafa’ yı hep söylemiş. ta ki son nefesini verinceye kadar. Oysa şimdi ne çok isterdim adıma yakılmış bu türküdeki gibi olmayı. Çikolotayla doldurmak isterdim, eski köy evinin bütün odalarını.. ‘sana çikolata getirdim babaanne’ demeyi. Ama artık çok geç.. Belki de o yüzden acır içim, her çikolota gördüğümde. Yine bir bayram ve artık kimse bana ‘çukulata da getir Mustafa’ diye türkü yakmıyor...

Öylesine bir mesel

‘Adam cezaevindedir. Yalnızdır. Duvarla konuşur olmaz. Yastığıyla sohbet eder olmaz ve bir hamamböceği görür. Konuşur onunla. Önce uzaktan sürer bu konuşma. Sonra hamam böceği yavaşça yanaşır mahkuma. Mahkum anlatır o dinler. Yıllar geçer. Mahkum hamamböceği ile dost olur. Bıkmadan usanmadan anlatır, hamamböceği dinler. Hayal kurarlar birlikte. Ortak hayalleri cezaevinden çıkar çıkmaz bir lokantaya gidip yemek yemektir. Beraber düşlere dalıp uyurlar. Gün gelir mahkumun cezası biter. Unutmaz dostunu orada, alır kibrit kutusunun içine koyar birlikte çıkarlar dört duvar arasından. Tıpkı hayallerinde olduğu gibi lokantaya giderler. Adam tam da hayallerindeki gibi yemeklerin siparişini verir, garson getirir. Yemek sırasında kibrit kutusundan dostunu yani hamam böceğini çıkarır. Yemeğe dalmışken garson çıkagelir ve her şey bir anda olur. Garson elindeki sinekliği hamamböceğine şiddetle indirir. Adam hiç tereddüt etmez masadaki bıçağı alır ve garsona saplar...’ Aslında hayatımız da meseldeki gibidir. Mahkumun hamamböceğine bakışı ile garsonunki farklıdır. Biri onunla hayat bulur diğeri onu yok ederek işini ve hayatını sağlama aldığını sanır.

yazamadım... yazamadım

Perşembe günü bu köşede ‘Mustafa Hoş’un yazısını özel nedenleri dolayısıyla yayınlayamıyoruz’ yazısı çıktı. ‘Akıl tutulması’ deyin, ‘Bir atımlık barutu varmış bitti’ deyin. Ne yapsam olmadı. Yazamadım. 10 kaplan gücünde olan karizmam eridi, gitti. Çaresiz Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Mustafa Cesur’u aradım, ‘Ben yazamıyorum. Ne yapalım’ diye. ‘Yazman lazım abi. Belli günlerin var. Doğru olmaz’ dedi. Ama bende tık yok. Mecburen ‘özel nedenler’ özrüyle bu işi kapattı. Yazmak için neler yaptım bir bilseniz. Hadi bilin;

BKM mutfağına sızdım, onu yazayım dedim. Ne yazsam hak ediyorlardı. Usta Yılmaz Erdoğan yanımda, çıraklar karşımda. Gel keyfim gel de gece sonunda hesap almadılar. Necati Akpınar’ı aradı gözlerim. Bi işaret alsam cüzdanı atacam ortaya ama ne gezer. Yazsam şimdi bir sürü abi gibi ‘Ye iç, yan gel yat, yaz’ olacak , yazının dibi görünmedi.

PES’te aldığım art arda yenilgiler, dumur yaratmış olabilir mi? Dingilin biri Barcelona ile 4-4-2 takdiğimi çözüp tarumar etti koca Chelsea’yi. PES’tilim çıktı. Drogba ile Shevchenko’yu maymun ettim. Yahu Malouda ve Ballack nasıl çaresiz kaldı. Bunu yazsam olmaz. Ulan şu incir çekirdeğini doldurmayan şeylerle köşe dolduranlar ne yetenekli diye kıskançlık krizi geçirip klavyeyi dağıttım.

Yeni yıl hediyemiz Ebruli Türkiye’yi yazayım dedim ama Mustafa Karaalioğlu kalem oynatacak bişi bırakmadı. ‘Ebru Gündeş varken Ebruli Türkiye’de ne oluyor celebrity düşmanı asosyal beceriksiz’ diyen de çıkınca bende mecal kalmadı.

Tamer Karadağlı ile Deniz Uğur, öz ve hakiki olarak amipleşen Dobra Dobra’da çıktı karşıma. Yaşanan bir ilişkinin nekahet dönemi bu kadar mı uluorta sergilenir. Şu Tamer Karadağlı’ya niye kıl olduğumu yazayım dedim. Ulan bir de adam rüyama girip Robert de Niro taklidi yaparsa güzelim uyku gider diye vazgeçtim.

Mustafa Mutlu yılbaşı tacizinden de AKP çıkarınca şapkadan tavşan da çıkarır mı acaba sorusu beynimi yedi. Durduk yerde Mustafa ile dalaşmak işime gelmedi, severim çünkü. Olmadık bi yerden bişi söyler ben de ona veriririm ayarı haadii tebdili-i kıyafet kardeşin durumuna düşmek var, süratle uzaklaştım bu mecradan da...

Yeni yıl ya ‘sosyal bir olaya gireyim’, İlhan Mimaroğlu’nun ‘sigara yasağı faşizmi’ne daldım. Uçakta yasak diye adam Türkiye’ye gelmiyor. Baktım diyecek lafım yok. Kaç kere bırakma yemini ettiğim sigara elimde, kendimden tiksindim bu yazıda kaldı.

Yazı bulucam ya her şeye saldırmaya başladım, vakit daralıyor bende umut yok. Televizyona sarıldım. Bu sefer sabah acayipliklerine daldım. Lerzan Mutlu, herkes mutlu mu diye merak ettim. Baktıkça ne kadar Seda Sayan’a benzediğini fark ettim. Seda Sayan imitasyonu olmuş, jest mimik aynı. Aslı varken imitasyonu ne olacak. Sonra da ‘buradan da ekmek çıkmaz al birini vur ötekine’ dedim, kapattım.

Kasmaya devam ediyorum üç boyutlu sinema keyfi yapmaya kalkıştım bari oradan nevale çıkaralım. Beowulf’e gittim. Tamam film üç boyut ama alt yazı tek boyut. Tam Türk kafası paraya kıyılıp alt yazı üç boyutlu yapılmamış. Göz yoruldu, bünye tükendi. Bir ara dalmışım gözü açtım. Angelina Jolie ile dudak dudağayım. Tam kafayı uzattım lanet üç boyut gözlüğü düştü, Angelina flue, ben madara. Gel de yaz. En sonunda bizim Cengiz Er’den yardım istedim. ‘Yazamıyorum Cengiz’ dedim. Yanıt geldi: ‘Yazma abi. Yazınca ne oluyor ki. Ne yazıyordun sen.’ Anladım ki yolum yol değil. Ben bende değilim.

ulusal silah levyeye karşı ecnebi beyzbol sopası

Hangi spor mağazasına gitsem beyzbol sopaları en çok satan ürün. Peki beyzbolun ‘B’sinin bile bilinmediği ‘bu ülke’de nasıl oluyor bu. Yanıtı çok basit. Beyzbol sopları bizde araba satışı ile doğru orantılı. Ne kadar çok araba satılıyorsa beyzbol sopası da o kadar satılıyor. Yani müteşebbis cengaver yurdum insanının arabasında beyzbol sopası olmazsa olmazlardan. Yangın söndürme tüpü, acil yardım seti gibi yasal olarak da bulundurulması gereken ürünler bulunmazken beyzbol sopası baş köşede bulunuyor. Her an birine dalmak için. En ufak gerginlikte beyzbol sopaları çekiliyor, ondan sonra Allah ne verdiyse girişiliyor. Sanmayın ki sadece erkeklerin arabasında beyzbol sopası var. Şaşırtıcıdır ki kadınlarda da beyzbol sopası hemen el altında. Sevgilisinin arabasını beyzbol sopası ile dağıtan kadın efsaneleri arkadaş geyiklerinde epey yer ediyor. Demem o ki ey etkili ve yetkililer eğer bu işe bir önlem alınmasa trafikte pörtlemiş kafa sayısı fena artacak. Hoş zaten memleketimizde kafa trafikte bir işe yaramıyor pörtlese ne olur diyorsanız diyorum ki size de çıkabilir.

İlk aşk

Yaşlanma emaresi midir? Anlamadım gitti. Nedense gözümün önünden gitmiyor bu sıralar ilk aşkım. Karadeniz’in yukarılara itilmiş ilçesi Aybastı’yı bile ışıtacak kadar güzeldi. Nerededir ne yapar bilmiyorum ki. Son kez kamyonun şoför mahallinde annesinin ve babasının yanında görmüşüm. Tayin çıkmış gidiyorlardı. Bayılana kadar ardından koştuğum o kamyonda nedense hafızamda cillop gibi. Allah Allah sanki dün gibi oysa aradan geçen zamana bak. İlkokul 5’te olduğuma göre o yıllarda ohooooo. Neyse şu yaş işine dalmanın faydası yok ama ilk aşka devam. İlk aşk depreşmesinin asıl sebebi bir film. Nihat Durak’ın yönettiği sımsıcak bir filmdi ilk aşk. Oyuncuları da yazayım da hepsine bir saygı duruşu olsun. Çetin Tekindor (Asaf), Vahide Gördüm (Nevin), Tarık Papuçcuoğlu (Azmi), Halit Ergenç (Kemal), Dolunay Soysert (Aysel), Şenay Gürler (Kısmet), Okan Yalabık (Rasim), Erol Günaydın (Arif Arifoğlu), Altan Gördüm (Zurnacı ziya), Ali Uyandıran (Postacı hüsnü), Ayşen Gruda (Hatice teyze), Erdal Tosun, İbrahim Raci Öksüz. Nedense sinemalarda ilgi görmedi. Ege’nin bütün sıcaklığı ve samimiyetiyle sarmalanmış bir filmdi oysa. Görmediyseniz gidin hemen bir DVD’sine sahip olun. Şu aptal gündemin dışında insani bir şey yaşayın. Ooooofff ooooofff.

Kartal araba aman dikkat!

Trafiğin fenomenidir Kartal arabalar. Taksilere hatta minibüslere bile rahmet okutur. Acayiptirler. Trafiğin hiçbir kuralı onlar için değildir. Ne biliyorsanız trafik kurallarına dair hepsini tersyüz edin. Dehşettirler. Yolda gidiyorsunuzdur, müzik kallavi, hava nefis lay lay lom. Olabilecek en kötü şey Kartal araba ile karşılaşmaktır ve o olur. Bir anda önünüze çıkar şanlıysanız yırtarsınız. Dur şuna haddini bildireyim derseniz benim tavsiyem akıl hastanesine ya da psikiyatra yakın bir yer olmasına dikkat edin, çünkü ilk fırsatta oraya dalmazsanız bundan sonraki hayatınızı elinizde hurda arabadan alınmış bir direksiyon ile mahallenin delisi olarak geçirebilirsiniz. ‘Yok ben haddini bildirecem’ dediniz siz bilirsiniz. Sollarsınız yan yana gelince el kol hareketi yaparsınız işte ondan sonra David Lynch’in bile çekemeyeceği film başlar. Kartal araba sürücüsü sanki hiçbir şey olmamış gibi bakar ve el hareketiyle ‘Aaloo noluyo lan’ der sonra kırar üstünüze direksiyonu. Hayatın pisliklerine dair ne biliyorsa yapar. Dar bir yolda önünüzde durur. Arabadan iner ki işte şimdi Jet Li olsanız ne yazar. Elinde ulusal savunma silahı levye vardır. Helal süt emmiş birkaç kişi varsa onlar da Kartal araba sürücüsü değilse araya girer yırtarsınız yoksa levye manyağı oldunuz. Siz siz olun Allah’a emanet bu şehirde Kartal araba sürücüsüne bulaşmayın.

12 Eylül müfredatı hala varmış

12 Eylül dehlizinin en karanlık günlerinde okumak feci idi. Okul koridorunda askerler dolaşır, terörist arardı.
Bir de Milli Güvenlik Dersi vardı ki onun yerine 1000 tane havuz problemli, integralli matematik dersini tercih ederdik. Kapıda sırayla nöbet tutturulur, rütbeli bir asker derse girerken ‘Dikkaaat’ çektirilirdi. Herkes hazırolda dimdik bekler, rütbeli asker sıra aralarında gezer, en ufak kıpırtıda basardı şamarı. Ah bir de kız arkadaşın sınıftaysa o şamar daha da fena koyardı. Bir de maazallah fırıncı küreği gibi eli olana düştüysen yere yapışırdın. Fenaydı fena, çoook fenaydı. Yılar öncesine dönmemi sağlayan Mardin Derik Lisesi’nde Milli Güvenlik dersinde yaşananlar oldu. Hala olmasına da çok şaşırdım ya neyse. Milli Güvenlik dersine giren teğmen çatışmadan geldiğini falan söylüyor, artık ne dediyse öğrenciler de tepki gösteriyor. Öğrenciler subaydan şikayetçi olunca da okula gelen güvenlik güçleri öğrencileri gözaltına alıyor. Tabi gerekçe terör örgütü yandaşı olmaları. Öğretmen olmak bir uzmanlık işi değil midir. Bu genç subay öğretmenlik niye yapıyor? Pedagoji eğitimi var mıdır. Kendi söylüyor, çatışmadan gelen birinin ruh hali ders vermeye müsait midir? Aynı subay İstanbul’da ya da metropol başka şehirde bir lisede bu dersi verebilir mi?

Uçaktan tırsmak

Kuş gibi ordan oraya uçanlar beni anlamaz. Zaten onlarla da işim olmaz. Karada, denizde 10 kaplan gücünde olan ben uçak diyince tüylerim diken diken oluyor. Bakın yazarken bile oldu. Kaç gündür cehennem azabı çekiyorum. Siz bu yazıyı okuduğunuzda ben uçağa binip attaaa ecnebi ellerine varmış olacağım. Tabi son anda havaalanından kaçmazsam. Garip bir şey bu uçak tırsması. Karizmayı çizmeden nasıl kaçsam acaba havaalanından. Hasta numarası yapsam. Benim oyunculuk da reklam filminde elleriyle düüüt otobüs süren futbol yorumcularından hallice olur. Yediremem. Birden agresiflik yapıp arıza çıkarsam. Dalsam önüme gelene. Şimdi olmadık birine denk geliriz rezalet çıkar. Gözaltı karakol marakol, cık bu da olmaz. Birden vatansever kesilsem. ‘Misak-ı milli sınırları dışına çıkmam ben. Batı bize yamuk yapıyor ne işim var oralarda. Ülkemi seviyorum’ desem. Bu sefer de Ergenekoncu-ulusalcı-darbeci solcu sanılıp kahraman yapılmak var. Hadi miting miting gez dolaş ahkam kes. Bu da uymadı. Uçaktan Tırsanlar Derneği (UTD) çevreyi kirletiyor kılıfıyla tüm uçakları seferden çektirse, ulan böyle bir dernek de yok. Etrafımda da iyi ki dostlarım var. ‘Olum senin kalp sakat kesin gidersin bu sefer’, ‘Boyundan posundan makamından utan. Ayıp’, ‘Hişştt artık pilot olursun sen’ , ‘Abi sen uçmuşsun. kihh, kiiihh’. Çoook gerginim çok. Bu ne yalnızlıktır. Hüseyin Üzmez’e gösterilen şefkatin binde biri bile yok. Lanet olsun içimdeki arkadaş sevgisine. Ne yapsam ne etsem. Medet yahu.

Transamerica’dan Ensest Türkiye dersleri

Acayip bir filmdir Transamerica. Felicity Huffman’ın yıllar sonra baba olduğunu öğrenen transseksüel canlandırdığı filmde bile en güçlü tema aile vurgusudur. Hangi filmi izlesem Amerika menşeili, hep aile vurgusu var. Bu bir tesadüf olamaz. Bir politikanın ince ince işlenmesinden başka bir şey değil. Amerika yitirilen aile olgusuna vurgu yapıyor. Aile vurgusunu damardan enjekte edeceği en etkin yol sinemayı kullanıyor. Biliyor ki aile duygusu ne kadar yok olursa bu aslında ülkenin sonunun geleceği anlamına geliyor. Eloğlu kaybettiği değere yeniden her türlü yolla sahip çıkmaya çalışırken biz de var olanı yok etmek için her şeyi yapıyoruz. Aile kurumunu aşındıra aşındıra ne hale geldik? Şu Mersin’de olanlar toplumsal erozyonun son kertesi, değildir de nedir? 19 yaşındaki kız ağabeyinin tecavüzünden sonra bir bebek dünyaya getirdiğini daha sonra öz babasının da tecavüzüne uğradıktan sonra evden kaçtığını evlendiği adamın da kendisini sattığını söyleyerek polise sığınıyor. Ağabey ve baba gözaltında. Belki doğru değildir. Kız intikam için böyle diyordur. Ben orasında değilim. Bu kız doğru olmasa bile böyle bir yalanı söyleyebiliyorsa da vahimdir. Ya gerçekse. İşte o zaman geldiğimiz nokta çok can yakıcı artık. Bebeğe bile tecavüz edilmedi mi? Annesinin boğazını kesen kızları görmedik mi? Derdim haberleri alt alta sıralayıp buradan toplumsal tahliller yapmak değil. Toplumsal bir erozyonun aile kavramının aşınmasından doğduğunu anlatmak istiyorum. Dibine kadar neoliberal sistemi savunanlar bunu da görsün derdim. Hepsi bu.

‘Bu Ülke’ sokaktan korkuyor

Benim okul yıllarımın yani 12 Eylül öncesi döneminin en güzel bayramlarından biriydi 19 Mayıs. Gençliğin, sporun, delikanlılığın er meydanı gibiydi. Yerse elit grubunda, yeteneğin varsa bando takımında ikisi de yoksa hırt grubunda olurdun benim gibi. Bandonun karşısında limon yersin, elit grubuna da çelme takarsın. Olmadı okul kızlarını kesersin. Caddeler sokaklar rengarenk olurdu. Bayramdı işte yahu. Ne zamanki 12 Eylül oldu 19 Mayıs statlara mahkum oldu sadece. Sokaklar caddeler unutuldu. Bayram, bayram olmaktan çıktı. Ben şunu bilir, şunu söylerim. Sokak yoksa hayat yoktur. Hayatın er meydanı sokaktır. Her şeyle sokakta yüzleşeceksin. Sokakta göstereceksin mahareti. Sokakta büyüyeceksin. Sokakta yürüyeceksin. Bayram da sokakta olur. Statta tören olur o kadar

Sizin Hiç Abiniz Öldü mü?

Hasan Doğan artık yok. Kocaman bir sessizliğin ortasındayım. 24’ün kurulmasını sağlayan önemli isimlerden biriydi. Önce patronum oldu sonra abim. Yokluğunun tarifi yok. Bu büyük bir boşluk. Doldurulması da zor. Deseler ki ‘bin tane olmayacak şey söyle’ yine de bininci sıraya koymazdım Hasan Bey’in ölümünü. Federasyon Başkanı olmaya karar verdiğinde ilk tepkim ‘Biz çok şey kaybettik Türk futbolu çok şey kazandı’ olmuştu. 4 ay gibi kısa sürede gösterdi zaten. Her kesimin sevdiği biri haline geldi. O büyük zaferlerin arkasında nasıl da vakur durdu. Dürüst, vicdanlı ve adil bir yönetimle nelerin başarılabileceğini gösterdi. Ama çok erken. Biliyorum her ölüm erkendir. Hasan Bey için çok erken, Türkiye için çok erken. Çok sevdiği ailesi için erken. Bizim için çok erken. Çok şey yapmak istiyordu. Patronumken de öyleydi. Nasıl omuz vermişti o zor günlerde. Medyada bambaşka bir adam vardı. Heyecanla canla başla çalıştık. Sonunda 24 ortaya çıktı. İstekli değildi başkan olmaya. O kadar ısrar geldi ki, bırakın bizi, ailesinin karşı çıkmasına rağmen başkan oldu. Gece gündüz uğraştı. Gücüne gitmişti hakkında yazılanlar. ‘Hepsi utanacak Hasan Bey’ dediğimde gülümserdi. ‘Biz bu ülkenin evladı değil miyiz’ derdi. Futbol gibi aşınmış bir mecrayı kısa zamanda güvenilir yaptı. En çok da futbol okulları projesine heyecanlanıyordu. Doğu ve Güneydoğu’da futbolun birleştiriciliğinin gücüne inanıyordu. Ora’nın çocuklarına umut vermek istiyordu.Türkiye’nin gücüne inanıyordu. Memleket meseleleri üstüne kafa yorardı. Yol gösterirdi. Onunla konuştuğunuzda hiddet, öfke erir giderdi. Hisederdiniz arkanızda sağlam bir adam var. Güvenilir, sözünün eri. Önce 24’ten gitti. İçim acıdı. Toparlayamadım. Şimdi bu hayattan gitti. Çok acıyor. Mekanı cennet olsun. İyiler erken gidiyor. Ne desem boş. Sizin hiç abiniz öldü mü? Benim öldü.

7 Nisan 2009 Salı

Artık Vaktidir Gitmenin

Sonuna gelirsin bazen... Terkedip gitme zamanıdır... Yüreğinde sızı belirir aniden... Gitmenin heyecanını, ardında bıraktıklarının sızısı emer... Kızdığın anda herşey kolaydır... Ardına bile bakasın gelmez... Lanet edersin yaşadıklarına...
Tek bir dürtü vardir o anda gitmek ve terketmek bütün alışkanlıkları...sonra birden bakarsin ardına ve ayaklarından geriye çeker birşeyler seni... Film seridi akmaya baslar, hayatının gitme noktasindan geriye dogru.. Her bir kare vurur ha vurur...vazgeçmek istersin ama ileriye dogru akmaya baslar zaman...için acır, her kare geçerken gözlerinin önünden...acıtır içini o kareler, çakılı kaldıgın yerde.. Gitmenin heyecanı ile kalmanin acısı arasında sıkışıp kalırsın.....
Merhaba demek kadar veda etmek de zor benim için..
Nefessiz sözlerin molasında gittim hep ben... Giderken acımıştır ama kaldığım kadar da kanamamıştır içim.... Bilirim gitmenin dönüşü yoktur...
Terkettigim her sehirde aşklarım, kavgalarım, gözyaslarım kaldı... Terkettiğim her kadın da ise geçmisim.... Ya terkettiğim işler.. Emeğim, alınterim kaldı oralarda... Benden kalanları hoyratça kulandılar... Belki de ben giderim adım kalır bu kez kimbilir..
İçimde kaldı sızısı ama hep gittim.. Şarkılardan fal tutarsın ve meşum şarkı çalar “ gitmek mi zor kalmak mı zor.. O sabahı gel sen bana sor"...
Uzatmişliğim da oldu gitmek yerine... Ama ağır ödedim bedelini her kalışımda.... Kangren gibi sardı vücudumu erteledigim bütün gitmeler....
Ozan demiştir diyeceğini. “günler geçiyor, sanki şakacıktan,gidiyorlar mı geliyorlar mı, belli değil”.
Giderken günler, gelen günleri gitmen gereken yerde karşılamanın anlamı yok. Şakacıktan da olsa kalmaya direnmenin de…
Her veda aslinda yeni bir baslangıçtır...
O yüzden artık vaktidir gitmenin..

İkinci Cumhuriyetçiler sistemin gres yağıdır

Bayılıyoruz kategorize edip sonra didişmeye. Herkesin de işine geliyor. Numaralandırılmış cumhuriyet tartışmaları da böyle. Her numaranın arkasında işlerini yürütenler yeni bir çatışma merkezi yaratırken aslında birbirlerinin de ikamesini ve bekasını sağlıyorlar. Numaracıların her işleri tıkırında onların izinden gidenlerse gürz ellerinde sotede bekliyorlar. Kin, nefret ve öfke selinde boğulanları seyredenlere bir bakın. Onlar aynı saftalar. Hem birinci cumhuriyetçiler hem de ikinci cumhuriyetçi teorisyenler yan yana. Kitaplar satılıyor, köşeler ve televizyonlar onlarla dolu. Sözün özü ikinci cumhuriyetçiler sistemin gres yağıdır.

Eski 45’likler... Eski 45’likler...

Eski 45’lik bir hayatın kapısını aralayın. Bir pikabın iğnesinin ucunda dönen bu hayatta müziğin ritmine bırakın kendinizi. Dönsün plaklar 45 devirle pikapta. Müziğin ritmi sarsın ruhunuzu. Düşlere dalın modern çağın törpülenmelerine inat. Bırakın akıp gitsin 45’lik plaklar ruhunuzun derinliklerinde.. Nurten İnnap’ın nağmeleri yakalasın sizi ansızın aşk denizinde...Zehra Bilir’in, Muzaffer Akgün’ün sesiyle coşun Anadolu yaylalarında. Duyuyor musunuz Muzaffer Akgün hasretle beklenen ‘kara tren’e ağıt yakıyor.. Kara trenler hala hasret kokuyor. ‘Kara tren gelmez mi ola düdüğünü çalmaz mı ola’. Katılın dostlarım, Şenay ‘hayat bayram olsa’yı söylüyor... Şükran Ay katılıyor koroya, ‘Bir fincan kahve olsam, kırk yıl hatırım vardı. Ömrümü sana verdim. Dönüp baksan ne vardı’... Bakın aynaya hayat orda yansıyor tıpkı Salim Dündar’ın haykırdığı gibi. ‘aynalar kırık şimdi’... Zeki Müren araftakilere sesleniyor. ‘Gitmek mi zor kalmak mı zor. O sabahı sen bana sor’. Dönsün 45’likler dijital çağın dijital seslerine inat.. Oradaki cızırtılar aslında ıskaladığımız hayatın sesidir

Hrant Dink’in katli ve samimiyet sorunu

Kaç gündür. Düşünüyorum. Yazmalı mıyım diye. Fena halde huzursuzum. Hrant Dink’in katledilmesinin ardından yapılan anma törenlerinde bu huzursuzluğum daha da arttı. 24’ün yayına Hrant Dink’in cenazesiyle başladığını ve ‘Türkiye evladını uğurluyor’ bakış açısıyla meşrebini, duruşunu ortaya koyduğunu ve bir yıl boyunca alçak cinayetin peşini bırakmayışını da parantez açayım. Beni huzursuz edenleri sıralayayım şimdi. Anma töreninde Rakel Dink konuşurken yapılan büyük terbiyesizliği görmezden gelemem. Ateş düştüğü yeri yakar. O ateşin en kor haliyle ciğerini dağladığı Hrant’ın eşi Rakel Dink konuşurken sloganların atılması ve arbede yaşanması nedir Allah aşkına. Bu ne biçim yabancılaşmadır. Her durumdan propaganda çıkarmak anlayışı değildir de nedir. Ölümün üstünden ideolojik rant sağlama sığlığıdır bu. Peki bunun zemini var mıdır. İşte içimi daraltan da budur. O zemin sağlanmıştır. Rakel Dink’in konuşmasını kağıttan okuması da bir garip değil mi. Sanki bir ritüelin parçası gibi. Oysa yaşanan her şey içten ve olduğu gibi söylenmeli. Yaşanan neyse o dilden sese dönüşmeli. Yazı olunca işe biraz daha hesap, kitap karışıyor. Acılı bir eşin duyguları yerine ince detaylar, hesaplar, kitaplar, mesaj kaygısı devreye girmiyor mu? Bu da tüm Türkiye’nin empati yapmasını engelliyor. Hrant’ın cenazesinde de anma töreninde de olanlara baktım. Bir de Hrant yargılanırken olanlara. Arada ne çok fark. Orada birkaç kişi şimdi yüzlerce kişi. Sanki biraz demokratlık ilüzyonu yaşanıyor. Hrant’ı bayrak yapıp durumdan vazife çıkarma anlayışı da demek mümkün ya da hiç kıvırmanın anlamı yok aklımdan geçen şudur. Samimiyet sorunu var. Hissettiğim bu. İki delik ayakkabı ve iki yitik can. Metin Göktepe de öldürüldüğünde ayakkabısının altı delikti. Oysa o zamanlar çalıştığı gazete para saçıyordu. Metin öldürülünce bu delik ayakkabının hesaplaşması ve yüzleşmesi yapılmadı. Metin bayrak yapıldı onu delik ayakkabıya mahkum eden zihniyet sorgulanmadı. Hrant’ın da ayakkabısı delikti. O idealleri uğruna ölüme gitti. Parayı, rantı değil idealleri uğruna savaşmayı tercih etti. O delik ayakkabıyla gezerken şimdi onu bayrak yapanlar memleket nimetlerinden daha fazla kapma yarışı yapıyordu. Hrant’a bir şeye ihtiyacın var mı diye sormuyorlardı. Cinayet devletin ayıbıdır, delik ayakkabı da şimdi safları sıklaştırmaya çalışan bazılarının.

İsyan alayınıza isyan


Bu sıralar fena halde öfkeliyim. Öfkem kah kında, kah orta yerde. Bıktım bu riyakarlıktan, alçakça koltuk hırslarından, doğanın hoyratça katledilmesinden. Siyasetteki hep aynı kısırdöngüden. Bir yalana tanıklık etmekten. ‘İsyan alayınıza isyan’ moduna geçtim. Beni tetikleyen de ne baharın gelmesi ne de özgür ruhumun harekete geçmesi. Bir Rapçi. Arjantin asıllı Marsilyalı kız çocuğu Keny Arkana. Canına yandığım fena gaza geldim. Ali Asker bile bu kadar gaza getiremiyordu zamanında. Amma kızın Allah’ı var şimdi. Tatlı su solcusunu bile deliğinden çıkarır, ulusalcıyı demokrat yapar, tarikatçıyı da biattan feragat ettirir. Beni baştan çıkarmış çok mu? Ne sağlam sözleri var kardeşim bu cevval kızın. İsyan ateşi dinleyen herkesi yakıyor. Arabada, işyerinde bu sıralar Keny Arkana’yı tek geçiyorum. Youtube hazretlerindeki videosundan aldığım sözler aşağıdadır. Subcomandante Marcos’un ‘Kavga bir çember gibidir. Her bir noktasında başlar ama asla bitmez’ sözleri de bonus. Keny Arkana ile ilgili internet linkleri de aha böyledir. http://www.keny-arkana.com/ http://www.myspace.com/kenyarkana http://www.youtube.com/watch?v=mHMbSwIxaUs&feature=related

Bir offf çeksem karşıki dağlar yıkılır

Bu iki filmden birer doz alan asla ve asla onmaz. Girer kanına gitme virüsü ki mecnun eder, dert sahibi yapar. O filmden ilki Motosiklet Günlüğü. Orijinali Diarios de Motocicleta. Ezeli ve ebedi güzel abimiz Ernesto Che Guevara’nın gençlik yıllarında yaptığı Güney Amerika turunu anlatır. Zaten bu yolculuk Che’nin hamuru olur sonra onu yoğurur devrimlere girişir. Bir de müzikleri enfestir. Öteki film ise Into the Wild . Sinemanın afili abisi Sean Penn imzalı. Yak bütün paraları ve doğru hayallerinin peşine diyen film. Müzikler ise Pearl Jam’ın güzide solisti Edie Vedder’e ait. You’ve Got To Hide Your Love Away’e dikkat kesilin. Kesinlikle ruhunuzu özgürleştirir. Motosiklet Günlüğü’nün DVD’sini bulmak mümkün. Into the Wild ise İstanbul Film Festivali programında var. Gitme dürtüsü varsa ve bir yerlerde ur yaptıysa bu filmleri peş peşe izlememenizi öneririm. Hani mevsimde bahar ağır gelir arıza yapar. Benden söylemesi.

Kanyon kadınları

Kanyon acayip bir yer. Havası, mimarisi fena halde çarpıcı. Bu garip kul da oraya demir atar ara sıra. Severim Kanyon’u o ayrı, ama bi acayip Kanyon kadınları. Acayip derken hepsi birbirine benziyor kanyon kadınlarının. Sanki bir estetik cerrah fena halde fantezi yapmış gibi. Aynı elden, tornadan çıkmış gibi kadınlar. Yaş maş da fark etmiyor azizim. Şöyle bir tur atıyorsunuz ha bire dejavu. ‘Ulan ben bunu az önce görmedim mi’ diye söylenmemek mümkün değil. Yaşı da çözemiyorsunuz ki meret fena halde ince çalışmış, kopyalamış sanki. Michael Jackson da ders olmuyor kardeşim. Hadi geçtim onu Ceylan da mı ibret olmaz. O ne yahu. Kızcağız ne hale geldi. Gerdir gerdir nereye kadar. Eskiden bi Ajda’mız vardı dolardık dilimize çevir geyiği Allah çevir. Şimdi elini sallasan estetikliye çarpıyor. Şu botoks melanetini demiyorum bile. Ulan şu organik tarım müptelaları bir de şu işe el atsa. Hani bu gidişle organik bağyan bulmak epey zor olacak.